22.12.13

iki nokta..

Bitmiş değildi, buna karşılık devam ettiği de söylenemezdi.
Bu bir belirsizlikti…
Bu;  ilkini koyup, son noktayı koyamamaktı. Sürekliliği sağlayamamak, sıfırla bir arasındaki sonsuzda kaybolmaktı.
Evet, iki nokta yan yanaydı.
Ayın yarımdan az göründüğü o gecede başını otobüsün soğuk camına dayadı.
Gece yolculuklarını hep daha çok sevmişti. “bakına bakına gideriz” sözü pek ona göre değildi. O daha çok yorgunluk hissetmek ve bir an evvel gitmek istediği yere ulaşıp, kendi kendine yarattığı sıkıntıyı yenerek rahatlama hissine varmak istiyordu.
Düşündü yaptığı şeyin anlamsızlığını ve yüzünde istemsizce bir gülümseme belirdi. Yakaladı kendinde oluşan bu küçük mimik değişimini. Oyunu kendisiyleydi .  
Aklına geldi sevdiği bir yazarın “Yalnız yaşayan insanların, kendi içlerinde başlayıp biten eğlenceleri vardır!” cümlesi.  Benden bahsetmiş dedi. Çok geçmeden içinden kendine küfretti.  Tek kaşı kalkıktı… Mutluluğu en salt şeklini aldı. Arttı.
Düşündü paylaşmak gerekir miydi bu mutluluğu? diye… Tam bir cevap veremedi.
Gerçi tam diye bir şey de yoktu.
Ay yarımdan az göründü.  O ise sıfırla bir arasındaydı. İki nokta yan yanaydı.
Yarım şeyler de paylaşılabilirdi belki ya vazgeçti.
Düşünmek güzeldi. Camın soğuğu alnını donduracaktı ama başını bir an bile geri çekmedi.
Sararmış fakat dalından düşememiş bir yaprağı düşündü.  Şans mıydı şanssızlık mı bilemedi. Bildiği o yaprak artık ne yeşildi ne de diğerleri gibi toprağa kavuşmanın rahatlığı içindeydi.
Düşünceliydi o yaprak, arada kalmıştı.
Sonra, sönen son meşe közünü düşündü. Başak vermeyen buğdayı…
Düşündükçe alnında belirginleşen çizgileri düşündü.
Koca bir beden, uzun bir yaşam, ne varsa hayatta bir ince fakat derin çizgide saklıydı. Ve en nihayetinde tüm kaybettikleri ve bazen de deli sevinçleri, bir gözyaşı kadar hacim kaplıyordu. Yere göğe sığmayan, sığdırılamayan, bir gözyaşına sığıyordu.
Kâğıda düştüğünde kâğıdı buruşturan, iz bırakan; toprakta üçüncü nokta oldu.
Gözyaşıyla suladı açmayacağını bildiği bir çiçeği. 
Yaprak arada kalmasın diyeydi...


16.10.13

silik bir iz kaldı

Önce muslukları açtı…

Pası gidene kadar akıttı suyu. Su akarken dolaştı odaları. Ölümden öte kalanlara bakındı. Gezindi elleri soğuk eşyalarda. Giyenlerini öperken kapanan gözleri bu sefer onlara ait giysileri koklarken kapandı.

Soğuktu eşyalar.

Çukurlaşmış bir yastıkta aradı birkaç saç telini. Ve aradıkça derinleşti yastığın çukuru. Kabir derinliği oldu.
Belki alındı, belki alınmadı, belki de birkaç kalemi unutulmuş, bozuk bir yazıyla yazılmış bir alışveriş listesi buldu çekmecenin tekinde. Cüzdanına koydu karbonatın da sipariş edildiği listeyi almak üzere!
Tekrar mutfağa geçti ve akan muslukları kapattı. Porselenlerin içinde kalmış birkaç melamin tabağa dokundu.

Tat aradı. 

Kuzine mutfağın yanındaki odadaydı ve uzun zamandır yanmıyor, üstündeki çaydanlık da bir o kadar zamandır kaynamıyordu. Halının bir yerinde kanepeden dökülen ahşap tozları öbek oluşturmuştu. Onu sabaha karşı uykusundan uyandıracak kurdun marifetiydi bu. Bir süre tozlara baktı, sonra kalkıp sobayı yakmak için çakmak aradı. Gereken zamandan biraz daha uzun sürdü çakmağı bulması. Onu ararken de kimi sayfaları karalanmış bir defter buldu. İçindekilere göz gezdirdi, lüzumsuz gördüğü sayfaları koparıp kuzineyi yaktı. Hiçbir duvar soğuk kalmasın istiyordu. Ihlamur koydu çaydanlığa. O akşam içmediyse de kaldırmadı ateşten. Kaynasın istiyordu.

İstiyordu ki ıhlamurun tüm kokusu yayılsın evin yalnızlığı üstünde.

Dolaştı odanın içinde. Elektriği vardı ama ilaveten  mum da yaktı. İki yıl öncesinin mayıs ayında kalmıştı duvardaki takvim. Getirdi içinde bulunduğu güne. Tahta döşemenin gıcırtısını dinleyerek attı adımlarını. Her adımda daha dikkatle dinledi. Gitti günün yaprağını da kopardı. İki yıl evvelin yarınına getirdi tarihi. Her yerinde gezindi odanın,  kendisiyle kalabalıklaştı. Gürültüsü arttı.

Dokundu duvarlara hala soğuktu.

Balkona çıkmadan evvel kanepeye yatağını serdi. Soğuk yorganın ısınması içindi… Sessizliği dinledi yazın diktiği nar fidanına bakarken. Nar ayıkladı birkaç dakika hayalinde. Kızıllık vardı o gece gökyüzünde ve o kızıllığa verdi havanın bu kesmeden kanatmasını. 

Bir solukluk nefesin bin çekişte gelmesini.

Uyumadan önce düşündü; közü karıştıran demir çubuğu, imamesi kaybolan tesbihi... Birkaç yerinden kırılmış rahleyi düşündü. Fitili yağın içine kaçmış gaz lambasını ve camındaki isi düşündü. Duvarla birlikte boyanmış prizlere baktı. Onları ve şampanya rengi moda olmadan evvel boyanmış yeşili, gök mavisini düşündü. Tutmayan, düşük kapı kulpunu, baca deliğini kapatan, hamurla yapıştırılmış saman kağıtları düşündü.

Düşündü yutkunmayı zorlaştıran, boğazı düğümleyen şeyleri…

Bayramdan bayrama açılan kapılarını… Ve o kapıya astığı dört beş koçan mısırı düşündü. Kendince "mısırımız ve yenilecek mamursamız var, bitmedi!" demekti bu. Mamursayı iple kesen kalmasa da içinde bulunduğu ruhun savaşını düşündü. Bayram kahvaltısında olmayacak sesleri, içinde aç kalacak bir şeyleri, bir yerleri, tarifsizleri düşündü.

Epey sonra uyudu.

Ama silik bir iz kaldı yüreğinde, gözyaşı geçen bir yanağın tuzluluğu kaldı.




Handmade

Ahşap üzerine yakma Çerkes motifleri



-Pxaçek, Dejıye Nıp, Khamıl, Pxaçıç, Ketse Çıpxe-



2.10.13

DEMOKRATİKLEŞME PAKETİNDE NEDEN ÇERKESLER YOK?

Çünkü biz Kürt, Alevi ve Roman açılımları yapılırken bizi kimseyle karıştırmayın diyip sonrasında biz neden yokuz? diyebilen bir milletiz.

Çünkü biz lafa gelince 5-6 milyon,  anadilde derslere çocuklarımızı göndermeye gelince 10-15 kişiyiz.

Çünkü biz neredeyse her ilde olan derneklerine aylık 5-10 lira verip üye olmayı “para yedirmek” sayan bir milletiz.

Çünkü biz UNESCO’nun kaybolmakta olan diller atlasında yer verdiği Adigece ve Abazaca için derneklerinde açılan kurslara 3-5 kişinin gittiği bir milletiz.

Çünkü biz dernekçiliği dans ekibi çıkartmak sanan bir milletiz.

Çünkü biz kültürel geleceğini plajlarda, deniz kenarlarında yapılan eğitimlerle yaşatmaya çalışan bir milletiz.

Çünkü biz Gönen- Manyas Çerkes sürgünlerini unutmuş…

Çünkü biz hala Çerkes Ethem meselesinde takılıp kalmış…

Çünkü biz Cumhuriyet yıllarında Düzce’deki ortaokulun neden kapatıldığını bilmeyen…

Çünkü biz “Vatandaş Türkçe Konuş!”larla dili unutturulmuş…

Çünkü biz tek parti döneminin yıkılışına kadar kendisiyle ilgili tek bir doküman çıkaramamış…

Çünkü biz hak aramayı ayıp bilmiş, ihanet saymış bir milletiz.

Çünkü biz 3 oku yetmeyip bir 3 ok daha ilave eden, ulusalcıdan çok ulusalcı bir milletiz.

Çünkü biz Çerkes tasfiyelerinin son 11 yılda hız kazanmış olmasını göremeyen bir milletiz.

Çünkü biz yaşadığı bu topraklarda kör gözlere yumruğunu sıkıp, sağır kulaklara beni tanıyın diye haykıran bir milletiz

Çünkü biz “Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkesi” diye başlayan konuşmalarda biz de söylendik diye sevinebilen bir milletiz.

Çünkü biz “yaşasın halkların kardeşliği” diye bağırıp kendi öz kardeşleriyle üvey düşen bir milletiz.

Çünkü biz meydanlarda en çok Çerkes’i toplayanın en Çerkes sayılacağı bir yarışa girişip kırka bölünmüş, birleşememiş bir milletiz.

Çünkü biz Çerkes olduğumuzu 21 Mayıslarda hatırlayan bir milletiz.


Çünkü biz sanal âlemde “asalet ve nezaketin timsaliyiz(!)” 



20.8.13

sekizin üstünde takıldı kaldı.

Sadeliğin ikramıydı.

Saati gösterene akrep, dakikayı gösterene yelkovan denilirken ona sadece saniye denildi.

Arada kaldı… ne akrebe gücü yetti, ne de yelkovana. İşin açıkçası kendine yetecek gücü de kalmamıştı. 

Onun orada olduğunu gösteren tek belirti; sekizin üstünde kalıp çıkardığı sabit sesti.

Ne denirdi o sese?  son demler? çıkmadık candan umut kesilmez?  Hayır fazlaca laf kalabalığı ve iyimsercilikti bu. “Hayatta kalma mücadelesi” denilebilirdi belki. Mücadele kısmı lafügüzaftı tabi, alışkanlıktı.

Evet hayatta kalma denebilirdi, hem öyle ahım şahım şeylere de gerek yoktu bunun için.  Zaten çeyreğe gidemeyip, sekizin üstünde kalmıştı. Öyle ya en iyi meziyetiydi kalmak, ve mutat hüneriydi yalnızlık. Şair sanki onun için demişti: “yalnızın gelmesi de yoktur, gitmesi de onun kalması vardır hep” diye.

Koca odada kendisinden başka; duvardaki priz deliği görünmesin diye tam karşısına asılmış çerçevesi simli, ucuz görünüşlü bir tablo vardı.

Biri kahverengi kula, biri siyah bir diğeri de demirkırı olan üç atın resmedildiği bir tabloydu bu. Atlar ya gerçekten koşuyorlardı ya da koşsunlar isteniyordu. Üçünün de farklı renkte olması pek doğal gelmedi gözüne. Zorlamayla bir araya getirilmiş ve koşturulmuş olduklarına karar verdi. Hal böyle olunca samimi gelmedi tablo, inanmadı.

Buna inanmadığı gibi hiçbir zaman büyük inançları da sahiplenemedi. 

Zamanla düzelir belki diyip geçiştirdi. Sahi kendisi göstermiyor muydu zamanı? 

Peki kendisi için ne kadar bekleyecekti? Ya atlar?

Düşündü biraz, çıkarttığı sabit ses kolaylaştırıyordu düşünmesini. Ne atların üstündeki terdi zamanı gösteren, ne de kendisi.

Nicedir asılıydı o tablo, kendisi de öyle…

Ve dedi;  zaman bizi asılı olduğumuz yerlerden aldıklarında belli olacak.

Çünkü arkamızda kalan, kapladığımız alanla, duvarın tümü arasındaki rengin farkıydı zaman.

Uyumsuzluk tonuydu. Kararmaydı, isti zaman. Duvara sinen sigara dumanıydı. Bir sineğin hayatı, ve bir çocuğun boyunu ölçmek için duvara atılan çentiklerdi zaman.



18.8.13

Çerkes El Sanatları Atölyesi


Ankara Çerkes Derneği- Netabje Cankat Devrim Hocalığında Çerkes El Sanatları Atölyesi Çalışmalarım





18.7.13

sessizceydi

Her gün biraz daha uzaklaşıyordu her şeyden. Ve bunu tek bir adım bile atmadan yapıyordu…

Çevresinde olup bitenlere her gün biraz daha fazla canı sıkılıp, biraz daha umursamaz oluyordu düne göre.

Öyle bir dünya yaratmıştı ki kendine; açılacak birçok kapı vardı ve birçok anahtar. Ama tek bir pencere bile yoktu. Ya içeride karanlıkta kalmak vardı ya da dönmemek üzere çıkıp gitmek... Seyretmek yoktu.

Kime sorsan istemezdi sıvası dökülen bir evde yaşamayı. O ise en çıplak hakikati gördüğüne inanırdı kırık tuğla parçaları ve paslı demirlerde.

Ağlamanın ardından gelen gülme krizi kadar açıklanamazdı bu durumun nedeni.

Acılar değil, zorluklar bıktırmıştı onu.

Tam bilinmez acı çekmekten hoşlanmaya başladığı bile söylenebilirdi belki de.

Gittiği bir cafede yalnız başına oturduğunda çöken, masayı işgal ediyorum düşüncesiydi ona hep en zor gelen. Büyük masalara asla tek oturmaz,  iki kişiliklerden boş olan yoksa çoğu kez geri döner, ola ki boş bulup oturduğu zamanlarda da içmeyeceği halde ikinci kahveyi isteyip içten içe rahatlatırdı kendini.  Bir tür kandırmacaydı bu kendisiyle oynadığı. Ama lokantada hiçbir zaman kabul etmedi yemekten sonra gelen çay ikramını. Bir an evvel çıkıp gitmek istedi ve çıkışları hep aceleci, hep bir yere yetişmesi gerekiyor gibiydi.

İşte bu; sıvası yeni olup, tuğlası kırık, demiri paslı olmaktı onun gözünde…

Ve elini cebine atıp yürümenin zorluğunu yaşıyordu. Çevresine göründüğü kadar, yani hiçbir zaman o kadar rahat olamamıştı. Tamam, etrafa karşı vurdumduymaz olmaya başlamıştı ama elini cebine atıp, omuzlarını sallayacak, hele bir de ıslık çalacak kadar değil. Ama yaptı bunu da. Hem de en düşünceli haliyle midesi kramplar içindeyken. Attı ellerini cebine, normalde burnunun olduğu hizaya kaldırdı çenesini ve öylece yürüdü. Ta ki yorulana kadar…

Taş topladı yürüdüğü yollardan, gittiği yerlerden. Oturduğu parklardaki çamlardan kozalaklar kopardı. Çınarlardan yapraklar…

On beş yaşındayken edebiyat hocasının okuduğu bir şey geldi aklına yarım yamalak, şiir miydi yoksa düz yazı mı bilemedi. Rüzgâr çınardan bir el mi ne alıyormuş. Çınar yaprakları ele benzermiş falan…

Asker arkadaşı Urfalı Memet’in isminden de nüfus memuru bir “h” harfi almıştı.

Doğa da alıyordu, insan da diye düşündü. Hoş hep düşündüğü şeydi bu.

Biraz uzandı hafifçe nemli gibi gelen toprağa. Tam da rahat edemedi ya toprak çeker korkusuyla. Öncesinde bakındı karınca var mı diye. Yerde görse bir şey değildi de üstünde bir tane görse kaşınır dururdu. Avuçlarıyla çimleri sıktı, elinde bıraktığı izlere baktı bir süre. Evdeki boş fanusa tekrar bir beta balığı mı alsam acaba dedi. Sonra vazgeçip yanında getirdiği kitabı açtı, "insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir" yazıyordu. Üç beş sayfa daha okuyup kitabı kapattı, başının altına koydu.

Gözü yaşarana kadar güneşe baktı. Ne zaman sonra uykuya daldı.

10.7.13

karadut küstü, su çürüdü

Ihlamur bir sonbahar gecesinde yıkıldı.

İçten içe kurt yemiş. Yağmurun ardından gelen fırtına da tuzu biberi olup devirdi gitti koca ağacı…

Şimdi bahçenin en yaşlısı karadut…

Eskiler; ağacın meyvesi üstünde kalırsa ağaç küser, ertesi sene vermez derler. İki bin sekiz’den beridir küs bize karadut.

Atımızı sattığımızdan beri, dedemi kara toprağın altına koyduğumuzdan beri…

Durduramıyorsun zamanın elinden avucundan kıymet verdiklerini bir bir alıp götürmesini. 

Sıkamıyorsun yumruğunu.

Ki sen; haziranın temmuzun sıcağıyla değil, gece üstüne çiy düşerken bahçende yaktığın ateşle ısıtıyorsan ruhunu, zordur bazı şeyler. Ve daha da zorlaştırır durduramadığın zaman…

Ama içlerinden en zorudur yok olmak; kireç badanalı duvarlarda kırlangıç yuvalarını görenlere, kelebek kilitli ahşap pencere denizliklerindeki arı peteklerini bilenlere, tulumbadan su içenlere…

Acıdır; ferik elmasının kokusunun yerine koku bulamamak, gür sesinden eser kalmayan, kurudu kuruyacak derenin kenarına oturmak...

Ve acıdır tüm bunlara Çerkes şairin şiirinden aklında kalan son mısrayı mırıldanmak:

Küstü, öldürdü kendini su... Su çürüdü...”



2.7.13

bir kağıtla kalem verildi

Bir kağıtla kalem verildi bize ve denildi yazın diye…

İçinizdekileri, içinizden gelenleri yazın.

Yatmadan önce aynaya baktığınızda gördüğünüz sizi, yastığınızı düzeltmeden önceki halinizi. Ve o yastığı düzeltmenin neyi değiştireceğini yazın. Yarattığı ferahlığı, rahatlığı… 

Gerçeği yazın.

En net şekilde karanlıkta görünürsünüz siz denildi. Ay ışığının dahi olmadığı gecelerde kendi soluğunuzu duyduğunuz sessizlikte sizi yazın.

Siz hiç tek başınıza mezarlık ziyareti yaptınız mı? diye soruldu. Ve tek başına yapılan mezarlık ziyaretinde dökülen gözyaşınızı yazın denildi.

En yükseğe çıkan uçurtmanızı yazın. İpi serbest bıraktıktan ve sımsıkı kavradıktan sonraki sizi. İpin kopmasını ne kadar istediğinizi, ve ipi ne de çabucak sardığınızı yazın denildi.

İki kayık yapıp yarıştırdığınız sizi yazın. Hangisini suda daha fazla ittirdiğinizi… Zaferinizi ve yenilişinizi yazın. Aldanışı, hileyi, sevinci yazın denildi.

Yudumlarınızı saydığınız, boğazınızdan geçerken ses çıkaran su içişlerinizi yazın denildi.

Muma parmağınızı uzattığınız andaki sizi yazın. Bile bile yenilgiyi yazın. Uzaktan tek bir üflemeyle söndürülen mumları, nefesinizle dalgalandırdığınız mum alevine bakan gözlerinizi yazın. 

Yazın aynı gözler mi elinize sürdüğünüz fesleğenin kokusundan avuçlarınızda kalanını içinize çektiğinizde kapanan gözleriniz.

Bir ara verildi. Ve son kez denildi; insan kendi kendine yeter mi, eğer yetecekse niye var diğerleri? 

Yazın.


15.6.13

onlar anlattı ben dinledim

Düşünüp de sonuca ulaştıramadıklarımı yazdım buraya…Çözüm getiremediklerimden, ikilemlerimden, anlatmanın kar etmediğini bildiklerimden. Yine de söylemek istediklerimden…

En azından ışığa çarpıp düşen kelebeğin veya ters çevrilmiş bir kaplumbağanınki kadar azim göstermek gerektiğine inandım.

Evet, biliyorum zordur bir buzu avuçlarının içinde tutmak. Kabullenmek gerekir en başından buzun eriyeceğini ve elinin donacağını…

Ama can havli diye de bir şey var.

“Bunlar değildi, gerçek Çerkesleri tanıdım ben” diyen bir thamade tanıdım.

“Çok şeyimizi yitirdik” derken yitirmenin gerçek anlamını bilen bir thamade.

Direnmenin onurunu, vicdanını ve farklı olmanın zorluğunu öğrendim ondan. Çeliğe boyun eğdiren kararlı bakışlarında yalnızlığı gördüm.

Ve doların yeşilinin; kan kızılı Kbaada’yı, ata toprağı Soçi’yi unutturduğu Çerkesleri de gördüğümde paylaştım yalnızlığını.

Zaman, aidiyet, hisler, azalmak ve uzak. Neye göre değişiyor bunlar. En çokta hisler…

106 yaşındaki Jane’lerin kızının elinden su içtim.

 Aynı gece yıkanıp, kısıtlı imkânlarda kurutulan, ütülenen misafir elbiselerini anlattı bana. O anlattı boğazına bir şeyler düğümlenerek sevdiğinin pşine çalışlarını ben dinledim…


Aktı akacakken gözlerindeki yaşlar; benimkileri onunkilere yoldaş eyledim.

14.6.13

şharhonum omzumda kaldı

Ölümünden yedi yıl önceydi…

Takmak için mevsimi değildi. Ama ilk şharhonumdu ve köy için hazırlanan valize konulması gereken en önemli şeydi benim için.

İlk O’na gösterecektim çünkü dedem’e.

Kendisiyle aynı dili konuşamayan bir torunu vardı. Yağmurun, rüzgârın sesini aynı şekilde duyan ama duyduğu sesleri aynı şekilde ifade edemeyen…

O’na bende senin gibi Çerkes’im dede demek isteyen, bunu O’nun görebileceği yerlerde ayak parmaklarının üstüne çıkarak, tüm eline bulaştırdığı mamursayı O’nun gibi üç parmağıyla yemeye çalışarak Çerkesliğini ispat etmeye çalışan bir torun…

Evet takmak için mevsimi değildi. Ama dedemde bile daha önce görmediğim, aklım sıra tam bir Çerkes olduğumun kanıtı olan bir şey vardı bende.

Oturup soluklanmadan, açıp valizi; en üstte duran, özenle katlanan şharhonu alıp:

        -  Dede bak ne var bende dedim. Kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi parladı gözlerinin içi

        -  Wulan nerden buldun onu dedi. Sanki hep varmış gibi cevap vermedim.

         - Tam bilmiyorum sarmasını. Siz takıyor muydunuz? Sen biliyor musun sarmasını? diye peşi sıra ekledim soruları.

Babaannemin kinayeli gülümsemelerine aldırış etmeden

       -  At üstünde bile sarardım dedi.

Ama saramadı, unutmuştu dedem.

Saramadı başına şharhonu ve o şharhon benimde hep omzumda kaldı.

29.5.13

musluktan akan suya inat

En başka duyguları, tarifsizleri, çoğu ilkleri Çanakkale’de yaşadım. En yakın arkadaşlıkları, kalbimizin aynı ritmle attığına inandığım dostlukları da Ankara’da… Köydeyse; neredeyse hep tek başımaydım. Buna rağmen, yine de en çok köye gitmek istedim. Sanki kaybolan bir şeyi bulmak, eksik bazı şeyleri tamamlamak için…
Ve her köye gidişimde elim bir şekilde vitrindeki fotoğraf albümlerine gider uzun uzun bakakalırdım eskilere, geçmişe…
Bazı yerler, bazı zamanlar ve o bazı yerlerde yaşanan bazı şeyler, geçmeyen yaralar gibi iz bırakırlar insanda, ruhuna işler, sihirlidir. Mıknatıs etkisindedir.
Eski bayramların tadı başkaydı diyen dedem artık hayatta değil. Beş yıl oldu göçüp gideli.
İki katlı toprak sıvalı eski evimizin çocuk aklımızla esrarlı bulduğumuz gömme banyoları da gizemi de evle birlikte yıkıldılar.
Çift haneli yıl oldu sağılan sütün sıcaklığını hissetmeyeli, tüten dumanını görmeyeli. Pastörize yavanlıklardayız şimdi.
Babaannemin tepsi tepsi yaptığı ekmekler de artık yok. Tadını hiçbir zaman bulamayacağım. Ve biliyorum bu yüzden kaybedilen elde edilenden daha değerli. Hüznün değeri kaybedilenin yeri doldurulamazlığıyla bir.
Unutabilir insan zamanla sesleri, kahkahanın tonunu unutabilir. Gülümsemesi aklında kalsa da; gözlerinin yanındaki çizgileri, şakağındaki beni unutabilir. Ama koku başkadır. Dedenin eski bir gömleğe sinen kokusu... Babaannenin kulak arkası yapıp taktığı beyaz tülbentinin kokusu… Sızlatır burnunun direğini alelade çektiğin bir nefes. Ve gözyaşların senden habersiz süzülmeye başlarken yanaklarından, boynundayken fark edersin onları, şah damarının üstündeyken.
O koku hatırlatır sana dut ağacına kurulan salıncağı ve yine o koku hatırlatır yakılan gaz lambasını, kuzinede pişirilen kurban etinden kavurmayı, yarı uykulu kalkılan kışa gelen sahurları…
Bir arayıştı köye gidişlerim. Bir amaçtı. Musluktan akan suya inat tulumbadan su çekmekti. Zamana karşı savaştı. Yaşanmışlığın eşsiz kokusunu bırakmaktı…

bir adım atarsın sadece

Bir adım atarsın sadece; yolun sonunu düşünmeden bazen o yolun nereye gittiğini dahi bilmeden. Önemli de değildir bu zamana kadarki bildikleri yenilgisi olan biri için bilmek. Önemli olan yeniden o ilk adımı atabilmektir.
Çünkü yaşanmışlığın ağırlığı vardır o adımda, tüm yaşanmışlıkları kaldırabilirsen, dayanabilirse dizlerin ve yüreğindeki cenazenin senle birlikte çürümesine izin vermezsen, gömersen, bir kaktüs için can suyuna gerek olmadığını bilirsen, başlayabilirsin yeniden.
Geçmişi unutma isteğidir yeniden başlamak ve en büyük yalanıdır insanın “geçmişimden pişman değilim” demesi. Bir engele rastlamadıkları müddetçe fizik kuralı sabittir hareket halindekiler için… devam edersin yola, yürürsün… ve yürürken boşaltırsın zihnini, gözlerini kapadığında silersin geçmişini. Beklide ilk defa salt en duru duygularla kendini o zaman bulursun.
Daha önce tatmadığın bir hazzı duyarsın benliğinde, yüzün güneşe dönük ve gözlerin kapalı, kılavuzun yüreğinden gelen aydınlıktır.
İzini sürersin evvelden eksik kalanların, tamamlanamayanların…

Ve bu sefer ne bakakalırsın giden geminin ardından ne de küsersin gökyüzüne uçurtman kaçtığı için.

araftır bekleyiş

Araftır bekleyiş. Umuda ve umutsuzluğa açılan kapıdır. Ve insan kapının ağzındadır çoğu zaman. Bekleyiş içindedir… bu bekleyiş bağlar onu hayata. İyi şeyler görebilme umudu. Bir yandan da merak. Eğer ki dilediği gibi olmazsa daha ne kadar dayanabileceği merakı ağır basar içinde. Sınar kendini, sınırlar devreye girer. Sınırları zorlama… ve beklemeye devam eder. Bu bekleyiş saçlarında beyazlara, alnında ve gözlerinin kenarlarında çizgilere neden olur. O bunları; kendindeki değişimleri karşısındakine anlatırken bir yakınma içindedir, memnuniyetsizliğini dile getirir. Oysa benliğinde, içten içe mutludur zamanın kendisinde oluşturduğu bu değişikliklerden, bıraktığı izlerden, giden güzelliğiyle gelen çöküntüden.
Ve şüphesiz iman gerektirir bekleyiş. Koşulsuz bir inanç gerektirir. Bunun içindir ki kimileri kapatır kendini karanlıklara, dar odalara. Kimileri de bir dağın başında güneş ışıkları altında kendinden üstün gördüğüne karşı acizliğini gösterme çabasına girer. Beklediği özgürlüğünün acısı sonunda geleceğine inanır. Peki o özgürlük geldiğinde sarsılmaz inancı ne olacak? Ya inandığı? Üstün gördüğüyle eşitlemiş olmayacak mı kendisini?
Ama hayır. Tehlikeye atamaz kendini, cesaret edemez buna. Tedbirleri elden bırakmaz. Tıpkı kuşkusunun da onu bırakmadığı gibi. Çünkü bir sonraki olası sıkıntıyı ve gelebileceği zamanı şimdiden düşünmeye başlamıştır bile. Ne kadar sadık olduğunu, itaatkârlığını kanıtlamalıdır. İçtenliğini ispat etmelidir. Bunu karanlıkta bulunan şükür faslına geçerek, dağın başındaki diğeri teşekkür ederek gerçekleştirir.

İnsan bekleyecek, yeni şeyler arayacak. Bulabilme umuduyla acı çekecek, sınırlarını öğrenecek. Acıdan kurtulacak, şükrünü, teşekkürünü sunacak.

babam'a

Beyazlaşan saçları aydınlığımız olan adama yazdığım ikinci mektup bu. İlkini dört yıl önce kendi doğum günümde yazmıştım. Ama ona veremedim. Kalemim dilsizi, kağıdım amayı oynadı. Hiç yazılmamış gibi saklı kaldı bende. Bunu onun doğum gününde yazıyorum. Ve bu sefer biraz daha farklı…
Dedeme ilk kez askere giderken sarıldığını söylemişti bana, beni o kadar bekletmedi.
Yaşayamadığı, içinde ukde kalan ne varsa bende görmek istedi. Zamanın Galatasaraylı kalecisi Yasin’in ismini verdi… Tuttuğu takımı tuttum fakat maalesef top koşturmakta beklentilerini karşılayamadım.
“Zenginler şişko mu olur?” diye sorduğum zaman, habire ücretsiz izine çıkartan fabrikasındaki işinden daha zordu bu soru onun için… Şişko ve zengin değildi ama bizim için nefsini kıran, ailesi kimseye imrenmesin diye kimi duygularını yıkan güçlü biriydi…
İmkânsızlıkların arttığı günlerde Sapanca sahilinde açtığı seyyar tezgâhta gizliydi 20 küsur yıl önce sorulan sorumun onurlu cevabı.
Herkese üç köftenin düştüğü masada o et sevmeyen olur. İstihkaka düşen sayı artsa da o her zaman doyurmakla doyan, ufak bir tebessümle beslenendir. Durum salt ekonomiye bağlı değil aile reisliğiyle alakalıdır.
Dediğim gibi, dedemin seni beklettiği kadar bekletmedin beni baba… sen bazı engelleri aştın. Ben nedenini bulamadığım, içimden gelse de eyleme dökemediğim bazı şeylerin beni hala engellediğinin farkındayım. Ve bilmiyorum o duvarı yıkabilir miyim?
Bekliyorum… Senin kadar fedakar olabilirsem, senin sevdiğin gibi sevebilirsem eşimi ve çocuklarımı belki de kendiliğinden yıkılır o duvar…
Allah bize eksikliğini hissettirmesin. İyi ki varsın.                                                               01nisan’13


esip gelenler


Birçoktu, kumdu cam,
Ateşti onu tek yapan.
Sıcaktı cam,
Zamandı onu katı yapan.
Ve yine zamansız bir ateşti parçalayan.





İmkansızın hasreti bizimkisi,
Balığın suyun dışını merak etmesi,
Ağacın toprağı bırakıp ateşi sevmesi.





Oturdu ve kelebeğin iki günlük ömrüne üzüldü,
Tırtılın bir daha sevişemeyeceğini düşünmeden.





 Eğer bir gün bana seni seviyorum diyeceksen hani;
Ağlarken deme!
Gün olur sen gidersin, gözyaşlarınla söndürürsün ateşi.
Ama aynı gözyaşları can verir soldurmaz bendeki sevgini.
Ağlarken deme!





Ben bir kayısı çekirdeğiyim ekilmek üzere peçeteye sarılıp saklanan,
Mevsimli-mevsimsiz hayat bulma ümidiyle sevinen,
Ve her defasında unutuluşuna üzülen …





Bir kırlangıcın gözü karalığına içiyorum bu akşam,
Tası tarağı, evi barkı bırakıp gidişine içiyorum.
Ona başka bir şans tanımayan kısacık hayatına içiyorum.
Baharın bitişine, kışın gelişine…





Belki daha güzel olurdu her şey,
Kokunu içime çekmemiş olsaydım.





Size gösterdiğimdir gördüğünüz
Ben değilim.
Ben değilim gördüğünüz.
Bir tebessüm görmek için,
Size gösterdiğimdir gördüğünüz.





Bazen yazmak istersin de yazamazsın,
Düşünür de kelime bulamazsın.
Duyguların karşısında küçülür harfler,
Sessizleşir, yok olurlar.
İşte o zaman hiçtir sana kalan, hiçtir durumun.





Bir fallıktı papatyanın ömrü
Ve bencildi insan.


kotıj'a

“Bazı bitkiler çevrelerine başka hiçbir tohumu yanaştırmazlar. Bazılarıysa sadece birkaç çeşidin yanında var olabilirler.” Yazıyordu okuduğum bir romanda…
Okuduğum cümleler bana bir şeyler ima eder gibiydi. Bazı çağrışımlara yol açtılar. Ama böylece biraz iyimser kalıyordu yazılanlar zihnimde oluşanlara göre. Duygularıma mürekkep araç oldu. Üstüme vazifeymiş gibi romanda bulamadığım üçüncü devam cümlesini de ben kurdum. Çünkü görünen öyle değildi…
Kafkasya’dan gelen meşe palamudundan diktik Anadolu’nun toprağına. Tıpkı yine anavatandan getirttiğimiz mısır tohumları gibi…
Bereket tanrısı Thağalace’nin kucağından alıp, büyük gri kentlerin içine soktuk onları, apartman dairelerinin balkonlarında dar saksılar içinde büyümelerini bekledik.
Amacımız; görünüşte un, su, tuz karışımı olan mamursayı yapmak değildi. Amacımız midelerimizi doldurmak değil, ruhumuzu doyurmaktı. Kaybedileni bilmeden kayıp aramaktı bizimkisi.
Belki saf bir inanıştı ama inandık eğer bunu başarabilirsek başlığımızı da onlar gibi sarabileceğimize, daha dik yürüyebileceğimize ve onlar gibi gu-guşıen-gupşısen’i ( kalp-konuşmak-düşünmek) bir frekansta toplayabileceğimize; kalbimizle düşünüp, kalbimizle konuşacağımıza…
Aynı inanıştı bize şimdi cinsleri tükenmekte olan atlarımızın vaktiyle üstünde özgürce koştukları; kan, gözyaşı, dirayet ve metanetin rengini taşıyan bir avuç toprağı evimizin başköşesine koyduran. Kokusunu her içimize çekişimizde yaralarımıza merhem olsun diye, şifa niyetine…
Kotıj dedik filizlenen meşeye. Mutlu etmeye çalıştık geldiği yerlerin rüzgârı andıran, çağlayan, unutulmaya yüz tutan dilinden aklımızda kalanları sessizce ona fısıldayarak.
Umut yükledik dallarına, her baharda yeşeren yapraklarına… Aidiyet duyduk, derinlere kök salmak istedik, sahiplendik.
Kötü değildi niyetimiz; düğünlerimiz Kotıj’ın şahitliğiyle yapılsın, vurulan tahtalarımız sesini ondan alsın, yaprakları dejuğlarımıza eşlik etsin istedik. Ve huzurla O’nun gölgesinde uyusun istedik vatan toprağı göremeden gözlerini yuman büyüklerimiz.
Bir dalından şkepşine, bir diğerinden yay yapacaktık. Biliyorduk ki yalnızca o şkepşinenin sesi soluklar katacaktı nefesimize ve zamanın gürültülü silahlarına inat, her fırlattığımız ok; üstümüze yapışan, bize ait olmayan ne varsa bizde söküp atacaktı. Kendimize getirecekti bizi..
Ama biz buraya ne kadar alışabildiysek Kotıj’da o kadar alıştı. Yapamadı. Özü ve O’na can vermesi gereken toprak başkaydı. Çevresindeki ağaçlar başka, dallarına konan kuşların dili başka…
“Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir, mutsuzluk içinse tek bir neden yeter” denir. Bizim yapbozumuzda hep bir parça eksik kaldı. Tamamlanamadı çerçeve…
Kotıj’da 150 yıldır bu topraklarda olup, bu toprağa karışanlardan oldu. Karıştı diğer ağaçlara, karıştı diğer ağaçların toprağına. Gönderemeden içinde kalan son melodiyi esen rüzgârlarla vatan toprağına...

kutup yıldızı polaris

Cezveye benzeyeni büyük ayı yıldızı, onun karşısında yan bir M harfi var ve ikisinin arasında kutup yıldızı polaris… Kaybolduğunda ona bakıp yönünü tayin edersin. Bense kaybolmak için bakıyorum yıldızlara. Birkaç saatliğine zahiride gezinmek, onlara anlam vererek, mana yükleyerek.

Ve resim yapıyorum yıldızlardan; ağacımda yıldızdan, dağımda, sürü halinde uçan kırlangıç kuşlarımda, hatta tek katlı evimin yanından usul usul akan derem bile…

Biraz daha derinleşince bakışlarım, sen umut ol diyorum en parlaklarından birine, bir diğerine de sevinç… Belki sönecek olan belli-belirsiz ışığı gelenin tekine hasret diyorum, yanı başındaki ikizine de özlem. “belki sönecek olan” dedim ya, biliyorum aslında o hiç sönmeyecek. Sadece şekil değiştirecek hasret yıldızı ve türü değişecek özlemin. İnce ince yanacaklar içten içe… ve sen başını başını kaldırıp semaya baktığında; görmek için en çok çabayı hep o iki yıldız için sarf edeceksin.


Gece bitip güneş hayallerini alırken gün pahasına; aldırmaz, pek te umursamazsın doğan güneşe. Bilirsin günün gecesinde umut orada olacak sevinçle… ve hasretle özlemde… tabi kara kadife bulutlar tablonun üstünü örtmezse.

kardeşim yeşim'e

Woo sışupx; bu yazıyı sana 29 Ocakta gece 1-3 nöbetimde üstü alüminyum saçla kapalı hedef-koordinat belirleme masasının üstünde yazıyorum. Biraz illegal yollardan kendime bir sandalye de buldum. Tüfeğimi bir kenara çattım. Hava düne göre birkaç derece daha soğuk, sepkenli bir kar yağışı var.

Woo sışupx; bu senede doğum gününde yanında olamıyorum. Epeydir beraber kutlayamıyoruz. Çanakkale,Ankara derken bu sene biraz daha uzaktayım… Uzaklık fiziki terimle rölativistik, göreceli bir kavram. Bir de uzaklığın mecazi anlamları vardır edebiyatta… Şuan sizlere 1700 km uzaklıkta fakat gözlerimi kapattığımda saniyelik zaman diliminde yüzleriniz yanımda, zihnimde beliriyor. Ve kardeş olmanın yakınlığındayız seninle, bunu ne fizik ne de edebiyat, sözlü anlatım pek tarif edemez heralde.


Woo sışupx; ben –cım’lı –cim’li ekleri pek kullanamıyorum. “annecim, babacım, bitanecik canım kardeşim” demeyi pek beceremiyorum. Yazmak biraz daha kolay ama söylemesi zor geliyor bana. Bazı şeyleri hislerimle ne kadar belli edebiliyorum; çatık kaşlarımdan, huysuz bakışlarımdan ne kadar anlaşılıyor onu da bilmiyorum. Ama bazı şeyler var ki onların gizemini, sihrini çöz. Mesela yemekten sonra annemin kaynattığı ıhlamuru onlarla birlikte iç. Odanda tek başına değil. Orada bizi ısıtan ıhlamur değil birbirimize olan sevgimiz, ve o güzel koku sadece ıhlamurdan gelmiyor…


Woo sışupx umut et. Benim burada günlerim beklediğimden hızlı geçiyor. Kendime askerlik bittiğinde yapılacaklar listesi hazırlıyorum: dinlenecek müziklerin listesini; Erkan Oğur’u, Ezginin Günlüğü’nü, Mohsen Namjoo’yu ve yenilecek yemekleri… Hayatımda yediğim en güzel kebabı burada yedim ama sadece sıcak su, tuz, mısır unu karışımı olan mamursanın yerini tutmuyor. İsli Çerkes peynirinin yanında Van’ın otlu peynirinin esamesi bile okunamaz. Bir de insanın ruhunu doyuracak şeyler var… Senle beraber hiç sinemaya gitmedik mesela, sinemaya gideceğiz. Ben araba pazarında gezmeyi sevmesem de babamla araba pazarına gideceğim ve gezeceğiz. Annem bana sokak ortasında sarılıp öpmeye çalıştığında kızmayacağım. (bundan pek emin değilim ama en azından bir kere kızmayacağım.)


Woo sışupx; kendine ve hayatına değer ver. Güzel bir kültürden geldiğin için değer ver. Mutlu bir ailen olduğu için değer ver. Ben burada çoğu senin yaşıtın kişilerle askerlik yapıyorum. Senin imkanların neredeyse hepsinden iyi bunun için değer ver. Ulaştıkların ve isteyipte ulaşamadıkların için bile kendine değer ver.


Woo sışupx: ben gelene kadar rahatına bak ama tembelliğe de çok alışma. Geldiğimde emir komuta bende olacak ona göre… Yazımın sonunu öpüyorum, kucaklıyorum diye bitirmek pek gerçekçi olmayacak o yüzden sizleri seven, özleyen Topçu Çvş. Ketse Yasin Durmaz diyerek sonlandırıyorum.


İyiki varsın, iyiki doğdun kardeşim…

Kardeşim’den

Evet her doğum günümde o bahsettiğin kilometreler nedeniyle “fiziksel” olarak bir arada olamadık belki.. belki de kocaman sarılamadık birbirimize “iyi ki doğdun” derken ya da pastadan aldığımız o küçük lokmalarda birlikte tatlanmadı ağzımız ..ama bunlar senin de söylediğin gibi fiziksel şeyler işte abicim..
Ama bütün bunları bir kenara bırakıp sadece bir kız düşün .. her doğum gününde uzakta da olsa ilk önce abisinden, kardeşinden aldığı o eşsiz mesajlarla yeni yaşına giren ..belki de hiç duymadığı şeylerin yazılı olduğu o birkaç satırlık mesajlar..kardeşliğin ne olduğunu uzaklığın buna kesinlikle ama kesinlikle engel olamadığını bütün varlığıyla hissettiren o sıcacık mesajlar..şimdide o mesajlardan birinin sadece bir doğum gününde tam zamanında gelemediğini dakikalar geçse de o kıza ulaşamadığını bir düşün ..kız işte tam da o anda anlıyor o kilometrelerin farklı bir anlam kazandığını o kilometrelere “askerlik” dendiğini tam da o zaman fark ediyor..halbuki her gece” bugün konuştuğumda sesi iyi değildi” diye başlayan dualarında hiç unutmuyordu o farkı ama asıl şimdi vücut buluyordu uzaklık belki de .. sonra yine mesajına kavuşuyor kız..her şey farklı oldu ya bu doğum gününde mesajı da bambaşka geldi geçte olsa ..gözyaşıyla harmanlayarak defalarca okudu ..yetmedi bir kez daha okudu ne yazarsa yazsın o yazı kadar güzel olmayacağını bildiği halde kız da yazmaya başladı bir şeyler ..hiçbir kelime hiçbir satır onun o mesajı okurkenki duygularını tarif edemese de satırlarına son verirken çatık kaşlı abisini çok ama çook sevdiğini ,o Van da kar kürerken kardeşinin de onunla birlikte üşüdüğünü ve hayata dair güzel ne varsa “annemizin ıhlamuru gibi” abisinden öğrendiğini ve öğrenmeye devam edeceğini söylemek istedi..

askerlik

Askerlik; Kantinden yapılan ilk alışverişte alınan fındığın, şimdiye kadar yediğin en lezzetli şey gibi gelmesi ve 5 dk’lık duşta sevinçten gülmek.

 Cızırtılı ankesörlü telefonlar önünde sıra bekleyip sevdiklerinle konuşabilmek için sabır göstermek. Donan musluklardan akanını; pis tuvaletlerden temizini seçmek, dirayet göstermek.

Çıkan bir parça güneşe yüzünü dönmek akabinde kar küremek.

Askerlik; Sivilde muhabbet etmeyeceğin insanlarla aynı yemeği, ekmeği; gece öksürük sesleriyle aynı yatakhaneyi paylaşmak.


Askerlik; Urfalı Medet’ten günlük yazmanın yasak olduğunu öğrenmek. Mardinli terzi Barışla Kürt böreği yemek. Ağrılı Ömer’den türkü dinlemek, hiç okula gitmemiş Diyarbakırlı Mahmutla satranç oynamak.

Vanlı Gökhanla birlikte karavana yıkamak kibirlerinden arınmak…

Askerlik; insanın kendisiyle savaşması, alıştığı rahatlığı bir kenara bırakıp kısıtlı imkanlardan, olumsuzluklardan mutluluğu çekip çıkartması…