8.9.20

Netabje Cankat Devrim

“Tek bir fotoğraf bir filmin sebebi olabilir. Sinemanın başladığı yer işte tam orasıdır, tek bir fotoğraf.”

Bu sözler onlarca filme imza atıp birçok ödül alan, dünya çapında tanınan ve takdir gören İranlı usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi’ye ait. 

İhtimaldir ki okuyup geçtiniz ya da dönüp tekrarladınız. Sizden ricam, yazıya devam etmeden önce alıntıyı bir kez daha okumanız. Çünkü inanıyorum ki bu sefer biraz daha derinlemesine düşüneceksiniz. Kim bilir belki size ait olan bir fotoğrafı ve belki de sizin sinemanızın başlangıcını… 

Yazıya başlamadan evvel, neler yazacağıma dair kimi şeyler kafamda az çok yer etmişti. Nelerden bahsedebileceğim de öyle… Hatta O’nu tanıyanlara “Röportaj yapmaya gideceğim. Sormak istediğiniz bir şeyler var mı?” diye sorup, ilginç sorular da elde etmiştim. Hepsini sordum. Yazının bir röportaj yazısı gibi olmayacağını taa o zamandan bildiğim halde. 

Bilmediğimse; yazmaya başladığım sırada, yazıyla eş zamanlı var olan bir bilinmezliği yaşayacağımdı. Bir yandan görünen artarken, bir yandan da görünmeyen büyüyecekti. 

Kuşkularım  var; fakat bence sinemanın tanımı da zaten buydu. 

İçinde bir Nart kahramanı yaşatan bu adamın adı bir fotoğraftı. Görünen ve baktıkça görünmeyeni büyüyendi.  O isim, yazının başlığı gibi görülse de, ben dahil birçoklarının sinemasının da başlangıcıydı.

“Bunlar değildi, gerçek Çerkesleri tanıdım ben” diyen,

 “Çok şeyimizi yitirdik” derken yitirmenin gerçek anlamını bilen.

Direnmenin onurunu, vicdanını ve farklı olmanın zorluğunu kimi zaman anlattıklarıyla, kimi zaman da susarak dile getiren, sıkılan yumruğuyla gösteren, çeliğe boyun eğdiren kararlı bakışlarında yalnızlığı görülen biriydi.


 Netabje Cankat Devrim

Xabzeyi yaşam içerisindeki çeşitli olaylara karşı oluşmuş kolektif  bir düşüncenin ürünü gören, düşüncenin fiili hareketi beraberinde getirmesi gerekliliğini belirten ve fikir bir tecrübenin ürünü oluyorsa, o fikirden fayda görülür inancıyla tecrübenin, düşüncenin ve bilginin sabitliğine güvenen bir Çerkes.

Şairin “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak.” dediğini,  “Bazen ben de kendimi anlayamıyorum. Bu yüzdendir ki beni anlamalarını da beklemiyorum. Birileri bir an evvel sürüye katılmak istiyor olabilir. Benim o sürüye katılmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı. Karışmayanlar ayakta kalırlarsa biz devam ederiz. Gücüm yettiği sürece böyle kalacağım. Böyle kalarak hiçbir şey kaybetmedim. Ben Çerkesim. Çerkes olarak yaşamak isterim. Ve öyle de ölmek.” diye açıklıyor, hakkı bildikleriyle ve elde bulundurduklarıyla.

O,  bunları söylerken; ben içimden “Böyle olmak, böyle yaşamak nasıl hissettirir insana?” diye soruyorum kendime. Zihnimde ilk beliren bir koku; kışa gelen sahurların kokusu. Bunu tam biçimlendiremediğimde ise bir kelime geliyor yardımıma “zor” diyor. Sonra o şeyin, yani zor kelimesinin anlamını, düşüncemde kapladığı şekli kavramaya çalışıyorum. Daha sonrası da sade, yalın bir sessizlik. 

Çünkü bazı kelimelerin ve bazı isimlerin  anlamlarının, o kelimenin ve o ismin kendisi olduğunu öğrendiğimden beri, sessizliği sese tercih edip susuyorum. Bunu bir dağdan ve o dağın çiçeğinden öğrendim.

Daha sonra da 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından sayılan Ludwig Wittgenstein’ın şu sözleri çıktı karşıma: “Kendisini ifade ettiren şey, açıkça ifade ettirir; ve ifade edilemeyen bir şey üzerine ise susmak gerekir” 

Birbiri içine geçmiş düşüncelerimi dağıtan “Hiç pişman değilim. Olmadım da!” sözleri oldu. Bunları söylerken belki bana öyle geldi, belki de gerçekten öyleydi, sanki daha bir dikti oturuşu. Tanıdım tanıyalı da başka bir şekilde görmemiştim. “Yorgunluktan uyuyamayacak duruma geldiğim zamanlarım da oldu” dedi ve peşi sıra ekledi: “O zamanlarda da isabet bildiklerimi, sabit gördüklerimi yaptım. Şimdiye kadar bildiğim kadarıyla bir adetimizi çiğnemedim. Milletime ait olarak, milletimin kurallarına bağlı bir yaşam sürmeye gayret ettim.” diye…

Bir şeye ait olmak ve buna bağlı olarak yaşamaya gayret etmek, yıllar önce okuduğum bir romanı getirdi aklıma. Hatırlayabildiğim kadar paylaştım kendisiyle “Bazı bitkiler çevrelerine hiçbir tohumu yanaştırmazlar. Bazılarıysa sadece birkaç çeşidin yanında var olabilirler.” diyordu dedim. 

“Nasıl ve neresinden baktığımıza bağlı.” deyip, “Biz bir tasın içerisindeyiz”  diye devam etti… “İrili ufaklı buz taneleriyiz. Beklenendir ki kütlesi küçük olanlar daha çabuk erir. Bize, o bizden değil, bu bizden değil dedirttiler. Sonra bir baktık ki bizden kimse kalmamış. Ben bir Çerkesim. Benim için Asetin de Çeçen de bir. Bu bir olanlar Abhazya savaşında neden buradasınız diye soranlara vazifemizi yapmaya geldik dediler. Dillerimiz farklıydı fakat bu ayrılmamıza sebep olmuyordu. Kalben bir birlik vardı. Kimse, herkes kendi çukurunu kendi doldursun demedi. Belki biz de verdiğin örnekteki gibi birbirimizin yanında var olduk. Olabildik…” 

Sözlerini odaya giren 4 yaşındaki minik torunu Sinefin böldü. Dikkati ve gözleri onun üzerindeyken “umutluyum, asla karamsar değilim” dedi. En önem verdiğim şey nedir biliyor musunuz diye sorarken, gözlerinden az çok sorunun cevabı kestirilebiliyordu. “Bir çocuğun güvenini kazanmak. Bu çok önemli. Bir kurtuluş varsa eğer, bu ancak çocuklarımızla olacaktır. Xabzemizden taviz verilmeden yetiştirilen bu çocuklarla…”

“Zamanı yakalamak denir; zamanı yakalamak, zamanın ilmini yakalamaktır. Bu gerekli olandır. Ve bizim, biz olarak var olabilmemiz için, bir de zorunluluğumuz var. Zamanın ilmini kendi dilimize çevirmemiz.“ diyen Cankat Devrim, anlattıklarını yaşadığı ve en mutlu olduğum an dediği ana dair şu sözleri paylaşıyor:

“Ürdün Çerkes Okulu’ndan davet aldığımda, bu benim,  kendime verdiğim sözü gerçekleştirme  fırsatımdı. Çünkü, ‘Eğer günün birinde Çerkeslerin bir okulu olursa ve benden bir hizmet beklenirse üzerime düşeni yaparım’ demiştim. 1984 senesinde bu davet üzerine Ürdün’e gittim. Başlarda hayal kırıklığıydı. Beni sadece çoluk çocuk oynatacak sandılar. ‘Sen derslerine gir çık, Kabardinka’nın kendisini bile yapsan anlamazlar’ dediler. Fakat ben onların dediklerini yapmadım. Dans, hiçbir zaman birinci hedefim değildi. Yaptığım hiçbir şey de eğlence için yapılmadı. Ben, milletimin kültürüyle uğraştım. Hizmet etmeye değer bir toplumun çocuklarıyla uğraştım. Tüm bu uğraşların sonucunu, ilk mezunlarımızı verdiğimizde gördük. O çocukların, tam bir Çerkes gibi o okuldan mezun olmaları, belki de benim hayatımdaki en mutlu anımdı.”

Tek bir fotoğrafla başlayan bir sinemayı yazıya dökmeye çalıştık. 

Kolay anlaşılmayacağını bilerek,

İfade edilemeyenler üzerinde susarak…


-SON-



-Mızağe Dergi 5. Sayı-


Karar

Bu yazı, KAFFED ve DÇB hakkında yazılmış olup; yazı içerisinde dört kelime sonra kullacağım KAFFED ve DÇB ile birlikte, toplamda 3 kez “KAFFED ve DÇB” denilecektir. 

İlk iki sayıda olduğu gibi fizik yasa ve kuramlarından, felsefe paradokslarından, aklımın erdiğince, dilimin döndüğünce bahsedip, yazının yazım amacıyla bu paradoks ve kuramları ilişkilendirmeyi siz değerli okurlara bırakacağım.

Orta çağın tanınmış filozoflarından Jean Buridan’ı, dönemin diğer filozoflarından farklı kılan, felsefe ve teolojinin yanı sıra fizik bilimine de ilgi duyup, bu alanda önemli düşünsel çalışmalar ortaya koymuş olmasıdır. 

Öyle ki, sadece 16. Yüzyılın değil, insanlık tarihinin en büyük devrimlerinden biri olan; gökbilim ve evrenbilim düşüncelerini  kökten değiştiren Kopernik Devrimi’nin öncülerindendir.

Newton’un hareket yasalarının ilki olan eylemsizliğin temelleri O’nun “impetus”una  yani içsel hareket ettiricisine dayanır.

İmpetus, içsel hareket ve eylemsizlik kelimelerini ele alıp, fizikle başlayıp, biraz kafa yorup, gerek kelimelerin, kavramların salt anlamlarıyla, gerekse felsefik izdüşümlerinden yola çıkarak, çıkarımlarda bulunarak, yorumlayarak, ilgili kurumlarla ilişkilendirebilir ve yazıyı nihayete erdirebiliriz. 

Siz bu yol üzerinden zihinsel bir yolculuğa çıkıp, devam edebilir ve sonuca ulaşabilirsiniz.

Fakat benim kararım, içsel hareketi, eylemsizliği; Buridan’ın “impetus”u yerine, O’nunla özdeşleşen, “Buridan’ın eşeği” olarak adlandırılan paradoksla ilişkilendirmekten yana. 

İrade özgürlüğü problemini ele almış olan Jean Buridan’a atfedilen bu paradoksun; iki saman balyası ya da bir saman balyası ile bir su kovasını içeren farklı anlatıları mevcut. 

Pradoksa göre, hem aç hem susuz olan bir eşek, kendisine eşit mesafede bulunan su kovası ve saman balyası arasında bir türlü karar veremeyip, hareketsiz ve eylemsiz kalarak açlıktan ve susuzluktan ölüyor. 

Anahtar kelimeler: karar, irade, eylem.

Evet, pratikte eşeğin ölmesi pek mümkün değildir. Çünkü “irade” ya da “içsel hareket” devreye girip, eşeğin bir şekilde rasyonel yada değil, bir karar vererek eylemsizliğini yenmesini sağlıyor, onu harekete geçiriyor ve  eşek yaşamını sürdürmeye devam ediyor. 

Paradoksun dışında düşündüğümüzde , bizler için de genel olarak arada kalmamıza neden olan seçenekler, karar vermemizi gerektiren durumlar, aslında bizden eşit uzaklıkta yer almazlar. Fakat buna rağmen “özgür irade”nin kullanımında,  tercihte yeter sebebi bulma konusunda ve karar verme durumunda yaşadığımız ikilemler ile kararsız kalır, denge ve yöntemliliğimizi kaybeder, değişmeyen olarak adlandırılabilecek değerlerden yoksunlaşır, düzensizliğe evriliriz.

Eğer, özgür irade, impetus yada iç istek, nasıl tanımlamak isterseniz o şekilde tanımlayın, seçim yapılacakların değerleri arasındaki hiyerarşinin bir ürünüyse; karar kılınacak şeyler arasındaki değer eşitlendiğinde, tercihler arasındaki farkı, ya gerçekten göremeyiz ya da gördüğümüz fark bizler için önemsizleşir. Özgür irade, impetus ya da iç istek artık var olmaz. Buna bağlı olarak evrildiğimiz düzensizlik bizi sona götürür. 

Sonlu bir durumdan bahsettiğimiz bu satırlarda, karar(lılık) ve kararsızlıkla ilgili olarak, son örneği  farklı bir pencere açarak, tekrar fiziğe dönerek, en basit anlamıyla, doğadaki her şeyin temel yapı taşı olan atomlar üzerinden vermek istiyorum.

Doğada bulunan atomların büyük bir kısmında nötron sayısı (N), proton sayısından (Z) biraz daha yüksektir ve N/Z oranı yaklaşık olarak 1,50 civarındadır. 

Böyle atomların çekirdekleri dengeli bir duruş gösterir, “kararlı” olarak tanımlanır. Bu çekirdeklerin proton ve nötronları birbirlerine nükleer kuvvetlerle sıkı bir şekilde bağlıdır ve hiçbir parçacık çekirdek dışına kaçamaz. Ancak, çekirdek dengede değil, yani kararsız ise kendisine fazla gelen enerjiden kurtulmaya ve kararlı duruma geçmeye çalışır. En temel yapı taşında görülen bu kararlı duruma geçiş isteğine “radyoaktivite” veya “radyoaktif parçalanma” denir.  Bu parçalanmaya herhangi bir şekilde ne müdahale edilebilir, ne de durdurulabilir.  Zayıflayarak ve azalarak kendiliğinden tükeninceye kadar devam edecek olan kararsızlık hali, paradoks örneğiyle aynı nihai kaderi paylaşır.

Gerek felsefeyle, paradoksla, gerekse değişmez fizik kanunlarıyla anlatım gayretinde olduğumuz durum, “kararlı” olma durumudur. Bu durum; tecrübenin, değerin, inancın ve bilginin sonucudur. 

Biz, bu sonuçlara bakıp diyoruz ki: 

Eylemlilik hayat getirir.

Amerika kıtası keşfedilmiştir.

Evrenin merkezinin Dünya olmadığı yüzyıllar önce Kopernik tarafından ispat edilmiştir.



Kaynaklar: 

http://www.taek.gov.tr

https://en.wikipedia.org/wiki/Buridan’sass

https:// aklinizikesfedin.com/bazi-insanlar-buridanin-esegi-gibidir/


-Mızağe Dergi 3. Sayı-

Zamanın Anlatamadıkları

Fizik için; Sir Isaac Newton ve Principia’sı (philosofiæ naturalis principia mathematica) ne ise; modern kimyanın mimarı olarak sayılan Antoine Lavoisier’in 1789’da yayınladığı “Traité Élémentaire de Chimie” “Temel Kimya İncelemesi” de o dur.

1743’te varlıklı bir ailenin çocuğu olarak Paris’te dünyaya gelen Lavoisier’i günümüzde hala konuşulur, tartışılır kılan ise “Rien ne se perd, rien ne se crée, tout se transforme” yani “Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz, şekil değiştirir” deyişiyle, kütlenin korunumu ya da sakınımı yasası olarak bilinen ilkeyi ortaya koymasıdır.

Gerek kuantum mekaniğinin kurucularından Paul Dirac’ın, Einstein’ın rölativite teorisinden yola çıkarak, doğada normal şartlarda rastlamadığımız ve madde ile bir araya geldiğinde, birlikte yok olan “antimadde” olarak adlandırılan pozitron’u keşfi, gerekse yakın zamanda hayata gözlerini yuman Stephen Hawking’in “Hawking radyasyonu” ve “evrendeki bütün maddenin ve enerjinin toplam enerjisi sıfırdır” görüşü, kuantum dalgalanmayı ve buna bağlı olarak da hiçlikten var olabilmeyi öngördü.

Fiziği, kimyayı,  felsefeyi ve hatta teolojiyi, isteyen için bir araya getirebilen; hem Lavoisier’in “Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmaz, şekil değiştirir.” sözünü, hem de birleştiğini yok eden kuantumun “antimaddesi”ni “bizce” okumaya çalışalım. 

Şekil değiştirmeyi ya da yok oluşu…

M. Kemal Atatürk’ün, 18 Temmuz 1934 tarihli Düzce ziyaretinde, paşaya, azınlıkların baskı gördüğüne ilişkin mağduriyetler iletiliyor ve bunun üzerine Atatürk, davullu duyurularla mahalle ve köylerde ilan edilen "Azınlıklar da bizim vatandaşlarımızdır ve bundan böyle eşit muamele göreceklerdir." Açıklamasını yapıyor. (1)

Tarihe geçen bu açıklama için; “Hiçbir şey yoktan var olmaz” deyip, bu mağduriyetin iletilmesine sebep olan şartları, olguları, yaşananları ve şekil değiştirmeye veya yok oluşa neden olacakları,  anlatılanları ya da yutkunuşta kalanları görünür kılmaya, örneklendirmeye çalışalım. 

Yaşar Tütüncüoğlu, 1920’de Düzce isyanı bastırılıp, idamına karar verilen Çerkeslerden sadece biri… Son anda Hatıp Köylü Hamta Kızbeç sayesinde kurtuluyor. Onun kadar şanslı olmayanlar da var. 

“Mezarının yerini değiştirdiğimizde gördüm dedemin kardeşini, asıldığında yirmi yaşındaymış, saçları simsiyah duruyordu.” Diyor dedesinin kardeşi Celal Rüştü ile ilgili tek bildiği bu olan, ikinci kuşak akrabası.

Yaşar Tütüncüoğlu’nun oğlu Voş’ı Afer Tütüncüoğlu ise duruşuyla birçok şeyi anlatırken; babası ve o dönem yaşananlarla ilgili tek kelime etmeyip, 2013 yılının Temmuz ayında, 90 yaşında, zihninde olup sese gelmeyen sözcükleriyle ahirete uğurlanıyor.

Bir diğer suskun; yaşamı Mısır’da son bulan İzmit mutasarrıfı Çüle İbrahim Hakkı’nın akrabasıydı. 150’liklerde ismi geçen dedesi ve yine dedesiyle birlikte Yunanistan’da sürgün hayatı yaşayan babasına dair bir şey anlatmadı. Yok muydu edecek bir sözü bilinmez. 

Zahiri gibiydiler, yok gibiydiler ya da yok olmak istediler.

“Bunlar 1920’lerden sonra oluyor. Çerkesler hain ilan edilince, Çerkes oldukları belli olmasın diye artık elbiselerini de giymez oldular. Hiçbirimizin evinde bir elbise görmedik biz. Öyle zannediyorum ki elbiselerini de kendileri imha ettiler.” Diyen Netabje Cankat Devrim’in sözleri kör karanlık değişime ışık tutuyor. 

“Bir yasaklık da geldiydi biraz, Çerkesce konuşma yasaklığı. Türkçeden başka dil konuşulmayacak diye geldiydi bir yasaklık. Ondan da şey oldu yani Çerkesce daha çok bırakıldı.” Derken gözlerini kaçıran Fethiye Teyze, kaybedişi kavramamızı sağlıyor.

“Emekli maaşını kestiler, verdikleri madalyayı geri aldılar.” Diyor mesela babası nüfus memuru olup, soyadları “Yörüker” olan bir başka Çerkes… Yok oluşu tüm çıplaklığıyla üstünde taşıyor.

Yok gibiydiler ya da yok olmak istediler. Şekil değiştirdiler…

Aristokles ”Sormak, cevap vermekten daha kolaydır.” Der.  Kolay olandan başlayıp, duyurulmayana, söylenmeyene ve onlar anlatılmaz dedikleri ne varsa hepsine, zamanın anlatamadıklarına birkaç soru soralım.

Yıl 1928, Düzce Rüştiyesi neden kapatıldı?

Yıl 1937, Düzce Belediyesi neden “umumi yerlerde Türk milli dili yerine yabancı dil kullananların cezalandırılması” şeklinde yasakları Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınladı? Düzce ovasında pek çok noktaya “Yurttaş Türkçe Konuş” levhaları asıldı?

Yıl 1943, Köprübaşı Ömer Efendi (Haçemziye) köyündeki ilkokulu köylüler neden kendileri yaptı?

Yıl 1960 – 62, Düzce’de 65 köy ismi neden değiştirildi?

Yıl 1964, Düzce’de dernek açabilmek için gerekli olan yedinci kişi neden bir Tatardı?

Ve hükümet konağının, onlarca yıllık çınar ağaçları neden kesildi?

Denk düşen cevaplarda, 1934 tarihli “…bundan böyle eşit muamele göreceklerdir.” Sözüyle gelen eşitliği, bize kalanı, bizde bize ait bırakılanı arayalım.


Düzce Rüştiyesi neden kapatıldı?

Kafkasya Kültürel dergisinin Aralık 1973 sayısında yayınlanan Elli Yılın Işığında Göçmen Kafkas Toplulukları adlı araştırma yazısında Düzce Ortaokulunun (Rüştiye) bizzat Okul Müdürü tarafından düzenlenen gizli bir raporla Çerkes öğrencilerin okumaması için kapatıldığı belirtilmektedir.(2)

Okul Müdürü Zekai Konrapa Bolu Tarihi adlı eserinde bu konuya şu şekilde değinmektedir: “1923 – 26 ders yıllarında Düzce’nin ilk orta mektebinde müdür olarak bulunuyordum. Maarif Vekili Mustafa Necati Bey’in garip bir düşüncesi ile maalesef Düzce orta mektebi lağvedilmişti. (3)


Düzce Belediyesi neden “Umumi yerlerde Türk milli dili yerine yabancı dil kullananların cezalandırılması” şeklinde yasakları Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınladı? Düzce ovasında pek çok noktaya “Yurttaş Türkçe Konuş” levhaları asıldı?

Sabri Toprak ikinci dönemden itibaren dört dönemlik CHP Manisa milletvekili 27 Aralık 1937 tarihli “Millî Türk dili yerine yabancı dil kullananların cezalandırılması” yasa tasarısının ilk maddesi “Türk devleti tâbiiyetinde olup [da], millî ve ırkî lisanlarından gayri bir ecnebi lisanını, millî Türk dili, yahut ırkî dili yerinde [yerine] olarak, yalnız oturdukları evin haricinde, gerek âilesi efradı ile [ve] gerek[se] diğer bir vatandaş ile konuşmayı itiyat edenler [edinenler], yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapsolunurlar veyahut on liradan yüz liraya kadar nakdî para cezası ile mahkûm olurlar. Bu nakdî cezanın yarısı cürmü bulan memurlara mükâfat olarak verilir.”

Kimi yazarlarının köşelerinden ve kimi vekillerin yasa tasarılarından meydanlara iniyor yasak. Gündüz, Konyalı ustalara toprak boyası ile yaptırılan levhalar, asıldığı günün gecesinde taşlanarak parçalanıyor.


Köprübaşı Ömer Efendi (Haçemziye) köyündeki ilkokulu köylüler neden kendileri yaptı?

1938’de konuluyor ilk tuğlası… Beş yılda bitiriliyor. Yok muydu devlet o köyde bilinmez.  Kendi elleriyle, kendi öğretmenleri Kuşha İdris Dağ ile 1943’te, resmi tarihe göre “Düzce İsyanı”nın başladığı yerde, Haçemziye’de açılıyor dört duvarı aidiyet olan, şimdinin Adige Kültür Evi, Çerkeslerin ilk ilkokulunu. 


Düzce’de 65 köy ismi neden değiştirildi?

1960 tarihli Yeni Düzce Gazetesi’nde “Düzce’de öyle köy isimleri vardır ki, bu köy isimleri burada yaşayan memleket evlatlarını adeta ayrı millet ve ırktanmış gibi birbirinden ayıracak mahiyettedir daha cazipleriyle değiştirilmesi lazımdır.” Denilip…

1961 tarihli İstiklal Gazetesi’nde  “İnkılap hükümeti zamanında başlayan köy isimleri değişmesi bugün hayırlı bir netice ile tahakkuk etmiş bulunmaktadır.” Müjdesiyle değiştirilip eşitlik(!) getiriliyor Düzce’ye… (4)(5)


Düzce’de dernek açabilmek için gerekli olan yedinci kişi neden bir Tatardı?

Düzceli bir Tatar’dı Terzi Faik Benekay.  Nasıl ki tek kelime etmedi Voş’ı Afer Bey, anlatmadı Çüle’ler. Onlar gibiydi o dönem tüm Düzceliler. 

“Hafif acılar konuşabilir ama derin acılar dilsizdir” diyen Romalı düşünür Seneca haklıydı.

Bulamadı derneği açmak için gerekli olan yedinci kişiyi Rıza Bey.  Kimsenin sesinin çıkmadığı o anda ses oldu Terzi Faik: “ Rıza Bey ben Çerkesleri çok severim. Eğer olacaksa, olabilecekse, Tatar olduğum halde bana karşı çıkılmayacaksa, yedinci kişi olarak beni yazın. Derneğinizi kurun, sonra çıkartırsınız.” Dedi… Cesaret oldu. Umut yeşertti.  (6)

Son sorunun cevabı;  başlangıcı yaptığımız, kütlenin korunumu yasasından çıkarımlarla, şekil değiştirmeyi ya da yok oluşu bizlere düşündüren, Lavoisier'in hayata veda edişiyle de paralellik gösteriyor aslında.

1794 yılında Devrim Mahkemesi, Lavoisier'i aristokrat olmak ve vergi toplamada yolsuzluk yapmakla suçluyor. Dostları ve bilginler bu suçlamalar karşısında tanıklık yapmak isteseler de mahkemece tanıklıklarına izin verilmiyor. Bunun üzerine , “Yurttaş Lavoisier çalışmalarıyla Fransa’ya onur sağlayan büyük bir bilgindir. Bağışlanmasını diliyoruz.” Yazılı dilekçelerini sunuyorlar. Fakat yargıcın bu dilekçeye, tarihin kara sayfalarına geçen yanıtı “Cumhuriyetin bilginlere ihtiyacı yoktur.” Şeklinde olup, Lavoisier'in giyotinle kafasının kesilmesine karar veriliyor.

Hükümet konağının, onlarca yıllık çınar ağaçları neden kesildi?

Düzce ayaklanması bastırılıp, asi ilan edilenler için idam listeleri oluşturulunca, darağaçlarının kurulması beklenmeden, alelacele gerçekleştiriliyor ilk infazlar. Pşevu Ethem Bey’in önderliğinde, hükümet konağının önünde, çınar ağaçlarının üstünde… 


Ve daha sonra da kesiliyor o çınarlar.

Esen rüzgârlarla geçmişi taşımasınlar diye…

Dökülen yapraklarla yok oluşu hatırlatmasınlar diye…

Bir millete yeniden hafıza olmasınlar diye…


Gövdesi olmayanın, gölgesi de olmaz diye…


Kaynaklar:

(1) Düzce Damla Gazetesi “Hayret! 18 Temmuz Kutlanmıyor.” 17 Temmuz 2003 s. 3

(2) İ. Baj, “Elli Yılın Işığında Göçmen Kafkas Toplulukları”, Kafkasya Kültürel Dergi, Aralık 1973, Sayı:39-42, s. 19.
(3) Zekai Konrapa, “Bolu Tarihi, Bolu”, 1960, s. 580

(4) 29 Ocak 1960 Yeni Düzce Gazetesi - Nejad Özsoy Arşivi
(5) 30 Aralık 1961 İstiklal Gazetesi – Nejad Özsoy Arşivi

(6) Netabje Cankat Devrim sözlü anlatımı. Netabje Rıza Devrim (Düzce Kafkas Derneği Kurucu Başkanı)

https://evrimagaci.org/photo/tr/kuantum-dalgalanma-yoktan-var-olabilen-enerji-ve-evrenin-var-olusuna-etkisi

http://www.matematiksel.org

https://tr.wikipedia.org/wiki/Antoine_Lavoisier

https://www.facebook.com/tezcand.com.tr/ eski düzce sayfası


-Mızağe Dergi 2. Sayı-

7.9.20

Entropi

“Bir hiçi hiçe vermekten başka anlama gelmezdi ölmek, ama duygu için düşünülemeyecek bir şey sayılırdı; çünkü bir hiç de olsa nasıl insan bilinçli olarak kendini hiçe verebilir, hem de yalnız boş bir hiçe değil, hiçliğini salt kavranılmazlığından alan fırtınalı bir hiçe.” Kafka

 “Kafka’nın insanlarında gittikçe bir ilgisizlik, farksızlık başlar. Entropi başlar yani.” Oğuz Atay

İşbu yazı bilinçli olarak hiçe verilememenin sonucunda ortaya çıkmıştır. Başlayalım.

Önce entropiye, sonra da entropinin bizde görünür hale gelen izdüşümüne, anlamına bakalım.

Termodinamiğin ikinci yasasıdır entropi. Fiziğin en temel yasalarından… Denklemsiz, formülsüz, “hocam bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?”sız anlatacak olursak; basit şekliyle düzensizliğin tek yönlü artmasıdır. Peki, düzensizliğin tek yönlü artması nedir? Diye sorarsak; daha da basit haliyle evrenin sonudur diyebiliriz.

Einstein “Her şey olabildiğince basit olmalıdır, daha basit değil.” diyor.  Başlı başına kaotik bir kelime olan düzensizliği, basit ama daha basit hale getirmeden “gerçek hayatla” örneklendirelim.

Elimize bir buz alalım. Bir süre sonra buzun eriyip suya, suyun da zamanla buharlaşıp gaza dönüşeceğini biliriz. Gaza göre düzenli yapıdaki sıvının ve sıvıya kıyasla daha düzenli yapıdaki katının, bu olağan karşıladığımız dönüşümü, düzensizliğin artması olayıdır. Entropidir.  Burada sonuç hep sabitken; açık ve kapalı sistemlerle değiştirilebilir olan tek şey zamandır. Kaçınılmaz olan gerçekleştiğinde, yani elimizdeki buz eridiğinde, elimizi artık aynı şekilde ne kadar tutarsak tutalım, su tekrar buza dönüşmeyecektir. Bu da tersinmezliktir. Geriye dönüşsüzlük. 

Evet, su tekrar buza dönüşmeyecektir. Fakat suyun bile akışına, yani gerçeğine karşı gösterdiği, bilimsel ifadesiyle“viskozite” diye adlandırılan bir direnci varken; bu geri dönüşsüzlüğe, görülene, akla, bilince karşı, bu yolda galip sayılan mağlubiyetin bizdeki adı neydi?

Kafka’nın insanlarındaki hiçe giden yolu, ilgisizlik ve farksızlık olarak tanımlayan, entropiyi gören Oğuz Atay, yine; Kafka romanlarının meşhur kahramanı K.’nın, olumlu, ümitli, savaşı kazanamayacağını bildiği halde savaşır olduğunu ve bu savaşın asil bir savaş, ümitsizliğe ve entropiye karşı bir savaş olduğunu, bunun da derin bir sezgi ile olduğunu söylüyor.

Bize de avucumuz donarken buzu tutturan, işte o derin sezgiydi…

Duyumsamaydı, kavrayıştı, izlenimdi.

Yıllar sonra görülen bir şharkondu mesela.

Dedemin “wulan nereden buldun onu? Deyişiydi. Şimdi bana aydınlık olan, O’nun kapanan gözlerinin parlayışıydı. Unutuşuydu, hafızam olan. O’nun başına saramayışıydı benim hep omzumda kalan.

Bazen, kapısı körelmiş bir evin bahçesindeki meşeydi, bazen de balkonuna asılan üç koçan mısır. Kimi zaman meşeden esen rüzgârla, kimi zaman da dalıp seyredilen mısırla akla gelen, içe çekilemeyendi. Kokuydu… Kulak arkası yapılıp takılan beyaz bir tülbetin kokusu... Takanın, elleriyle yaptığı mısır pastasının kokusu…

Renkti, siyah beyaza dönüşen. Sesti, sessizliğe bürünen. Sözdü, kelimeydi, anlamdı. Anlayıp, konuşulamayandı. Boğazı düğümleyendi, yutkunuştu, suskunluktu. 

Dilimiz, kimliğimiz, hafızamız, düşüncemiz, köklerimiz, aidiyetimizdi.

Bizdik.

Bizdik savaşı kazanamayacağını bildiği halde savaşan, bizdik eli üşürken, ruhu eriyen.


-mızağe dergi 1. sayı-

23.1.16

denklem

Uzunca zamandır yapamadığını ikinci kar yağışıyla yapmaya karar verdi.

Yazdı.

...

İlk karda ilkler vardı. İlk karda ses vardı. Ne kadar duyarsa o kadar yazacaktı.

Ya beyazlık eriyene kadar, ya beyazlık görünene kadar…

...

İkinci kar zamanıydı. Yazarken odada ıhlamur kokusu vardı. 

Kokladı. Kokladığını yazdı.

Evet yazacaktı…

Uzunca bir süre temiz birkaç sayfa aradı. Birkaç sayfa için iki oda arasında birkaç sefer yaptı.

Bulamadı.

Sonra “en azından bir yüzü temiz olsa da olur” dedi.

Daha sonra da "vaz mı geçtim?" "yoksa başardım mı?"

Bilemedi.

Bilemediğine razı geldi, inadını yendi. Bir keskin bıçağı, keten bir beze sarıp, yastığının altına koymuş gibiydi.  Hayır; fazlası vardı, sedef kakmalı ceviz bir sandığa kaldırmış gibiydi. 

Yine de tereddüt etti.

Bir sayfaya daha önceden bir şeyler yazılması neyi değiştirirdi?

Hangi duygudan tasarrufa gidilir? Hangi yazılacak kelimeyi eksiltirdi?

Evet, ne kadar yazılabilecekse o kadarın yazılacağı sayfayı bulmuştu.

Hermite diferansiyel denkleminin lineer bağımsız çözümlerinin bulunduğu birkaç sayfa...

Denkleme tekrar baktı. Ne zaman yazdığından, kullandığı kaleme kadar hepsini hatırladı. 

Ama çözümü unutmuştu.  

Silgi ve kırık uç izleri vardı. Fazlası değil! Başka bir şey değil!

Temiz arka yüzü çevirdi.

Yazdı.

“Bir çocuk konuşmaya ne zaman başlar?”

İlk karı beklemeden

Tasarruf etmeden

Kelime eksiltmeden

Denklem çözmeden

Ve unutmadan...



23.10.15

kanayan neydi?

Ağzında kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri…

Bir gün daha bitmek üzereydi. O akşam, demlediği çayın dibini çöpe değil, "belvü" adını verdiği çiçeğin saksına döktü. Kolları yer çekiminin formülsüz ispatçısıydı. Mukavemet gösterdi ve saatine baktı. 11’e 10 kalmıştı. “Bir ses kayıt cihazım eksik” deyip acı bir tebessüm bıraktı odaya. Yoğunluğu gittikçe azalan ama tüm hacmi kaplayan bir tebessüm.

Aynanın karşısındaydı...

Ellerini ağır ağır saçlarının yattığı yönün tersince başında gezdirirken, gözleri de avcundan kurtulan her saç telinin takibindeydi. İçerinde bir yerlerde kararanların dışa aksiydi gördükleri. Artmıştı. Elinin tersiyle terleyen alnını sildi. Saatin deri kordonu, teri, kokusuna ekledi.

Kapıya yöneleceği anda tekrar aynaya döndü. Yaklaştı. Nefesi ağırlaştı. Yaz bitimiydi. Burnundan çıkan soluğu yetti aynayı buğulandırmaya. Silmedi. Daha bir dikkatli baktı. En belirgin özneli, ama yüklemi olmayan tüm cümlelerini aklından geçirdi. Tek birini bile atlamadan hepsini zihninde istifledi.

Ağzında kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri...

Bugüne kadar tek bir kelime etmemiş, hiç konuşmamış gibiydi. Tüm bunlar nasıl söylenir der gibi baktı aynaya. Yabancılaştı. Hayreti alnındaki çizgilerde belirginleşti. Ve suskunluğun dayanılmaz yükünü sahiplendi.

Acının yaşlandığını gördü. Hüznün kaz ayaklarını da…   
    
Daha önce hissetmediği bir hissin içindeydi, farklılık sezdi. Oysa suskunluk öncesi;  yani son bir iki dakikadır olanlar dışındaki her şey rutindi. Saçlarındaki beyazlara bakıp, tam kapıdan çıkacakken dönüp aynaya biraz daha yaklaşacak ve gözlerinin içine, gözbebeklerini yakalamaya çalışırcasına bakıp, başı hafif döner, gözleri kararır gibi olunca da gidip yatağına yatacaktı.

Ama yatmadı. 

Ve o gece kelimelerle oluşturamadıkları, ısırdığı alt dudağındaki kanda saklandı. Ağzındaki mayhoşluğa kan burukluğu ekledi.

Ama yatmadı.

Odasına girdiğinde yaptığı liste “buselik makamına” gelmişti. Normalde olması gereken, İsmet Özel’in “Münacaat”ıydı. Buselik makamı tavana bakarken çalmalı; münacaat, gözlerini bilgisayarın ışığından sakınıp, yüzünü silikon boyalı duvara döndüğü anda başlamalı ve tam odanın karanlığına gözleri alışır gibi olup, zihni şiirdeki sorulara cevap aramaktan yorulurken, onu dünyadan ayıran, söyleyeninin ismini hala öğrenemediği “i’ve seen it all” olmalıydı.

Ama yatmadı ve bunların hiçbiri o gece olmadı.

Bulmaktan bahsediyordu. Tükendi diyordu. Yolculuk diyordu.

Ceketini, çantası ve anahtarlarını alıp evden çıktı. Çanta alışılagelmişlik, anahtarsa teslimiyetti, boyun büküştü. 

Kontağı çevirdiğinde nereye gideceğini biliyordu. Hayatının değişmeyeceğini de... Oysa filmlerde ve kitaplarda hep tam tersini görmüş, tam tersini okumuştu. Çiseleyen yağmurla, yol üzerindeki lambaların uyumu sevimsiz asfaltı katlanılır hale getiriyordu. Belli bir süre bu ışıltılı yansımaları saydı.

Ağzındaki mayhoşluğa ve kan burukluğuna minörleri ekledi.


Yol bittiğinde serinlik ve sessizlik içindeydi. Bu, bele vuran bir serinlik ve kalbe vuran bir sessizlikti. 

Sessizliği, O’nu o karanlıkta karşılayan "karabaş" ismini verdiği bir köpek bozdu. Köpeğe nasıl seslenirse seslensin, köpekte isminin yarattığı bir algı farkı yoktu. Eğildi, iki avucunun arasına aldı başını, gözlerine bakıp, her soru cümlesinin arasına birkaç solukluk nefes koyup “sana başka bir isim mi verseydim acaba karabaş?" "Bir şey değişir miydi sence?” “Ne değişirdi ki?” dedi. Biraz başını okşayıp, “sabah ekmek alırım, sabahı bekle” deyip bahçe kapısının dışında, iç çekiyormuş gibi çıkardığı tiz seslerle baş başa bıraktı köpeği.

Kırağı düşmüş, kahverengi boyaları pul pul olmuş demir korkuluklara tutunup merdivenleri çıktı. Balkondaki tahta masanın yanına evden yeşil kadife döşemeli bir sandalye çıkarttı. Üstüne de sandıktan bir şişe. 

Kendisine en uzak köşedeki ışığı açtı sadece. Işığı gördü. Soluk alıp verişi düzene girince de sesleri duydu ve dinledi…

Annesini emen bir bebeği dinledi. Bir diğerine vuran tesbih tanesini. Berber kalfasının havayı kesen makasının sesini, yaşlı bir zamparanın ikinci sigarası için çaktığı çakmağının sesini dinledi. Dinledi hutbeye sağ adımlarıyla çıkan vaizin ayak seslerini. İnişleri dinledi. Duvardaki bir fotoğraf çerçevesini düzeltmek kadar kolay olmuyordu içindeki hayatları düzeltmek. Hayatları ve çerçeveyi dinledi. Ağırlığı dinledi.

Sonra döndü kireç badanalı duvara, uzun uzun gölgesini seyretti, dinledi. Aynada göremediğini gördü ve söyleyemediğini söyledi

Dudağındaki kan kurumuştu artık ve tek kızıllık masadaki şaraptı. 

Peki o zaman bu kanayan neydi?



26.4.15

ses

Gözlerini açtığında yüzü özensizce şampanya rengine boyanmış duvara dönüktü.
Oldum olası nefret etmişti bu renkten.
Tüm güzel şeyleri soğuran, yok eden bir renkti ona göre...
Uzunca sayılabilecek bir süre sadece duvara baktı. Duvarın gök mavisi boyalı halini hayal etti. Daha sonra da yeşili... Ama uyanışının asıl sebebi ne yeşildi ne de mavi.
Safi bir sesti.
Gözlerinin karanlığa alışmasıyla aydınlanan odadaki kuzineyi gördü.
Kuzineyi hatırlatacak tek şey kuzinenin kendisiydi.
"Acaba köze dönerken devrilen bir meşe kütüğü müydü?" dedi.
Ama kuzineyi hatırlatacak tek şey yine kuzinenin kendisiydi.
Ne bir ses vardı ne de sıcaklık oluşturacak bir kızıllık.
Yattığı kanepenin ahşabını kemiren kurdun ve yanıbaşındaki dikdörtgen mavi sehpanın üstünde iki civcivini beslermiş gibi yapan tavuklu saatin sesi değildi.
Üstelik aynı saat gösteriyordu, uykunun hayrının tükenmesine, "hayrun minen nevm" denmesine neredeyse daha iki saat olduğunu.
Felahın sesi de değildi.
Boğazı tıkanmış gibiydi. Soğuk odaya verdiği nefesinde sıkıntısı vardı. Zoraki bir şekilde yutkunurken kısılan gözlerinde de memnuniyetsizliği...
Hepsini gördü. Hepsini tanıdı...
Ama o gece, o odadaki, o ses; bir ilkti.
Her dağılan rüyanın ardından onu bekledi.
O ses, o günden sonra tekrar gelmedi.
Gelmeyeceğini bildi.
Her uykuya dalışıyla bir canı değil, bir hayali karanlığa gömdü.
Kırılmadıysa da tanıdı umudun bükülüşünü.
Ve bildi...

9.3.15

esip gelenler III


şiirler biriktirdi içinde; dizesiz, satırı olmayan. 
kafiyesi olmayan şiirler. 
ve mürekkepsiz, yüklemini kaybetmiş devrik cümleler…
yazılar biriktirdi kelimeleri boğazda düğümlenen. 
nakaratsız, melodisiz şarkılar biriktirdi. 
bir küçücük avucu dolduramayan nefesler biriktirdi.
bir kalbi ısıtamayan;
bir düşüncede yer tutup, tebessümde saklanamayan sözler…

ne kesip attı yarasını, ne de iyileştirdi.
kabuklar biriktirdi sürekli kanatılan.
adımlar biriktirdi denkleştirilmeyi bekleyen
yürümeyi, yetişmeyi özleyen.


11.1.15

iyi bilirdi

Kalemi, usulca beyaz kağıdın üstüne koydu.

Ellerini de kağıt arada kalacak şekilde masanın üstüne… 

Uzunca sayılabilecek bir süre sadece ellerine baktı. Sol elinin işaret ve baş parmağı istemsizce kıpırdayınca keskin bir nefes aldı ve aynı elinin aynı parmaklarının ucuyla düzeltmeyi denedi kağıdın kıvrılan yerlerini.

Olmayınca uzamış tırnak uçlarıyla bastırdı kağıda.

Yine başarılı olamadı, ince izler kaldı... Onlar bile görülsün istemiyordu.

Daha yenisi yoktu, sahip olduğu tek kağıt buydu ve safi bir beyazlıktan öte temizlik istiyordu.

Öyle ki tek bir mürekkep damlası dahi değmeyecekti kağıda. Ve bakıldığında tek bir kelime bile görülmeyecekti.

Evet emindi.

Sadece içinin sesiyle yazacaktı bu sefer. Kimilerine göre hiçbir şey görülmezken, kimileri birçok şeyi birden duyabilecekti.

Denilmişti “ilk taşı günahsız olanınız atsın” ve O da dedi içinin sesiyle; en temiz, en saf, en çıkarsız yaptığım neydi?
...

Yağmurlu bir sonbahar ikindisinde tanımadığı birinin cenazesindeydi.

...

Köyle kasaba arasındaki bu yerden geçerken gördü bacası diğerlerine göre daha bir beyaza yakın tüten küçük kahveyi. 

Gitmeyi planladığı yere epey bir yolu vardı daha, kahvedense kendince bir durak kadar geçtikten sonra indi. Hoş “kaptan sağda indirir misin?”dese de inerdi. Gereksiz bir kibarlıkla “durakta indirir misiniz?”dedi. Durağın bile duraklığının farkında olmadığı yerde indi...  

Muhtemeldir ki yağmur yağmadan önce de çamurlu olan yollarda en batmayacak yerleri seçti, öyle yürüdü. 

Kahveye girmeden durdu, tüm ayakkabılarına bulaşan çamura değil, bağcıklarına baktı, eğildi ve ayakkabı bağcıklarını bir hizaya getirdi. Bu en büyük takıntılarından biriydi.

“Selamunaleyküm” dedi, girdi. İçeride fındık sobası yanıyordu. Altı masalı kahvenin bir masasında kahve sahibiyle birlikte üç kişi oturuyordu. Önce kapıya en uzak masaya geçti, sonra da sobanın hava alsın diye açılan küçük yerinden içindeki ateşi görebilene…

Kahve sahibi sararmış uzun bıyıkları arasındaki sigarasını ağzından dahi çıkarmadan “üşüdün herhal” deyip sobaya fındık kabuğu dökerken kaşlarını hafif kaldırıp sigara dumanından yanan gözlerini biraz kısarak “çay” dedi. Onun bu tasarruflu cümleleri karşısında kafasını bir kez eğip onay vermeyi tercih etti.

İşaret parmağını yeşil kadife masa örtüsündeki sigara yanıkları üstünde gezdirirken, kahve sahibinin sinkaflı küfrü öncesinde “ağızlarıynan içmiyolar ki” sözüyle irkilip,  “eyvallah”la çayı masaya koymasına fırsat vermeden elinden aldı.

Çaydan ilk yudumu alırken sela okunmaya başladı. İstemsizce gözleri masada oturanlara takılmışken, peltekliğini ön iki dişinin olmamasına verdiği daha yaşlı ve kasketli olan “senin yaşlarındaydı” dedi.

Bakışlarını o kahveye daha az yakıştırdığı, ceketiyle uyumsuz olsa da sela sesiyle yeleğinin cebinden çıkardığı kösteklisini kuran temiz tıraşlı diğerine çevirdi. “Ölen ölen” diye ekledi adam. “Senin yaşlarındaydı.” Sonra da dişsiz olana dönüp “kıyamati bu imamlar getirecek, parayı az buldu muhakkak ki nasıl kısa kesti selayı pezevenk” diye sövdü.

Elleriyle hiçbir zaman istediği şekli aldıramadığı saçlarını düzeltir gibi yaparken “niye öldü?” diye sordu.

İkinci çayı masaya bırakırken “hastalanmış, hastaymış herhal” dedi kahve sahibi. 

İçinden “herhalden başka kelime bilmiyo bu herhal” derken, istemsizce tebessüm etti. Tebessümünün fark edildiğini fark edince saçını düzelttiği elini burnuna getirip derin bir nefesle koklarken “Allah rahmet eylesin” dedi.

Yavandı.

Yavanlığından utandı. Selası doğru düzgün okunmayan o delikanlıdan utandı. Yaşından utandı. Çaydan tek bir yudum daha alamadı. Çaydan utandı.

“Ne zaman kaldırılacak cenaze?” diye sordu yelekliye. “Ekindide” dedi dişsiz olan. “Yağmur çok ya ondan herhal” dedi kahve sahibi. “Anca kazılır mezar” dedi yelekli.

Ve en nihayetinde imam “nasıl bilirdiniz?” dedi.

En bilmediği kişiyi o kadar iyi bilmişti ki, yağmurla birleşen gözyaşlarıyla en temiz, en saf, en çıkarsız haliyle “iyi bilirim” dedi.

İyi bilirdi.