Ağzında
kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri…
Bir gün daha
bitmek üzereydi. O akşam, demlediği çayın
dibini çöpe değil, "belvü" adını verdiği çiçeğin saksına döktü. Kolları yer çekiminin formülsüz ispatçısıydı. Mukavemet gösterdi ve saatine baktı. 11’e
10 kalmıştı. “Bir ses kayıt cihazım
eksik” deyip acı bir tebessüm bıraktı odaya. Yoğunluğu gittikçe azalan ama tüm
hacmi kaplayan bir tebessüm.
Aynanın
karşısındaydı...
Ellerini ağır
ağır saçlarının yattığı yönün tersince başında gezdirirken, gözleri de avcundan
kurtulan her saç telinin takibindeydi. İçerinde bir
yerlerde kararanların dışa aksiydi gördükleri. Artmıştı. Elinin tersiyle terleyen alnını sildi. Saatin deri kordonu, teri, kokusuna ekledi.
Kapıya yöneleceği
anda tekrar aynaya döndü. Yaklaştı. Nefesi ağırlaştı. Yaz bitimiydi. Burnundan
çıkan soluğu yetti aynayı buğulandırmaya. Silmedi. Daha bir dikkatli baktı. En
belirgin özneli, ama yüklemi olmayan tüm
cümlelerini aklından geçirdi. Tek birini bile atlamadan hepsini zihninde istifledi.
Ağzında
kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri...
Bugüne kadar
tek bir kelime etmemiş, hiç konuşmamış gibiydi. Tüm bunlar nasıl söylenir der
gibi baktı aynaya. Yabancılaştı. Hayreti alnındaki çizgilerde belirginleşti. Ve
suskunluğun dayanılmaz yükünü sahiplendi.
Acının
yaşlandığını gördü. Hüznün kaz ayaklarını da…
Daha önce hissetmediği
bir hissin içindeydi, farklılık sezdi. Oysa
suskunluk öncesi; yani son bir iki
dakikadır olanlar dışındaki her şey rutindi. Saçlarındaki
beyazlara bakıp, tam kapıdan çıkacakken dönüp aynaya biraz daha yaklaşacak ve
gözlerinin içine, gözbebeklerini yakalamaya çalışırcasına bakıp, başı hafif
döner, gözleri kararır gibi olunca da gidip yatağına yatacaktı.
Ama
yatmadı.
Ve o gece kelimelerle
oluşturamadıkları, ısırdığı alt dudağındaki
kanda saklandı. Ağzındaki
mayhoşluğa kan burukluğu ekledi.
Ama yatmadı.
Odasına
girdiğinde yaptığı liste “buselik makamına” gelmişti. Normalde olması
gereken, İsmet Özel’in “Münacaat”ıydı.
Buselik makamı tavana bakarken çalmalı; münacaat,
gözlerini bilgisayarın ışığından sakınıp, yüzünü silikon boyalı duvara döndüğü anda başlamalı
ve tam odanın karanlığına gözleri alışır gibi olup, zihni şiirdeki sorulara
cevap aramaktan yorulurken, onu dünyadan ayıran, söyleyeninin ismini hala öğrenemediği “i’ve
seen it all” olmalıydı.
Ama yatmadı ve
bunların hiçbiri o gece olmadı.
Bulmaktan bahsediyordu.
Tükendi diyordu. Yolculuk diyordu.
Ceketini, çantası
ve anahtarlarını alıp evden çıktı. Çanta alışılagelmişlik, anahtarsa teslimiyetti,
boyun büküştü.
Kontağı çevirdiğinde
nereye gideceğini biliyordu. Hayatının değişmeyeceğini de... Oysa filmlerde ve
kitaplarda hep tam tersini görmüş, tam tersini okumuştu. Çiseleyen yağmurla,
yol üzerindeki lambaların uyumu sevimsiz asfaltı katlanılır hale getiriyordu. Belli bir süre bu ışıltılı yansımaları saydı.
Ağzındaki
mayhoşluğa ve kan burukluğuna minörleri ekledi.
…
Yol bittiğinde
serinlik ve sessizlik içindeydi. Bu, bele vuran bir serinlik ve kalbe vuran bir
sessizlikti.
Sessizliği, O’nu
o karanlıkta karşılayan "karabaş" ismini verdiği bir köpek bozdu. Köpeğe nasıl
seslenirse seslensin, köpekte isminin yarattığı bir algı farkı yoktu. Eğildi, iki
avucunun arasına aldı başını, gözlerine bakıp, her soru cümlesinin arasına birkaç solukluk nefes koyup “sana başka bir isim mi verseydim
acaba karabaş?" "Bir şey değişir miydi sence?”
“Ne değişirdi ki?” dedi. Biraz başını okşayıp, “sabah ekmek alırım, sabahı
bekle” deyip bahçe kapısının dışında, iç çekiyormuş gibi çıkardığı tiz seslerle baş
başa bıraktı köpeği.
Kırağı
düşmüş, kahverengi boyaları pul pul olmuş demir korkuluklara tutunup merdivenleri çıktı. Balkondaki tahta masanın yanına evden
yeşil kadife döşemeli bir sandalye çıkarttı. Üstüne de sandıktan bir şişe.
Kendisine en uzak köşedeki ışığı açtı sadece. Işığı gördü. Soluk alıp verişi düzene
girince de sesleri duydu ve dinledi…
Annesini emen bir bebeği dinledi. Bir diğerine
vuran tesbih tanesini. Berber kalfasının havayı kesen makasının sesini, yaşlı bir
zamparanın ikinci sigarası için çaktığı çakmağının sesini dinledi. Dinledi hutbeye sağ adımlarıyla çıkan vaizin
ayak seslerini. İnişleri dinledi. Duvardaki bir fotoğraf çerçevesini
düzeltmek kadar kolay olmuyordu içindeki hayatları düzeltmek. Hayatları ve
çerçeveyi dinledi. Ağırlığı dinledi.
Sonra döndü
kireç badanalı duvara, uzun uzun gölgesini seyretti, dinledi. Aynada
göremediğini gördü ve söyleyemediğini söyledi…
Dudağındaki kan
kurumuştu artık ve tek kızıllık masadaki şaraptı.
Peki o zaman bu kanayan neydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder