15.6.13

onlar anlattı ben dinledim

Düşünüp de sonuca ulaştıramadıklarımı yazdım buraya…Çözüm getiremediklerimden, ikilemlerimden, anlatmanın kar etmediğini bildiklerimden. Yine de söylemek istediklerimden…

En azından ışığa çarpıp düşen kelebeğin veya ters çevrilmiş bir kaplumbağanınki kadar azim göstermek gerektiğine inandım.

Evet, biliyorum zordur bir buzu avuçlarının içinde tutmak. Kabullenmek gerekir en başından buzun eriyeceğini ve elinin donacağını…

Ama can havli diye de bir şey var.

“Bunlar değildi, gerçek Çerkesleri tanıdım ben” diyen bir thamade tanıdım.

“Çok şeyimizi yitirdik” derken yitirmenin gerçek anlamını bilen bir thamade.

Direnmenin onurunu, vicdanını ve farklı olmanın zorluğunu öğrendim ondan. Çeliğe boyun eğdiren kararlı bakışlarında yalnızlığı gördüm.

Ve doların yeşilinin; kan kızılı Kbaada’yı, ata toprağı Soçi’yi unutturduğu Çerkesleri de gördüğümde paylaştım yalnızlığını.

Zaman, aidiyet, hisler, azalmak ve uzak. Neye göre değişiyor bunlar. En çokta hisler…

106 yaşındaki Jane’lerin kızının elinden su içtim.

 Aynı gece yıkanıp, kısıtlı imkânlarda kurutulan, ütülenen misafir elbiselerini anlattı bana. O anlattı boğazına bir şeyler düğümlenerek sevdiğinin pşine çalışlarını ben dinledim…


Aktı akacakken gözlerindeki yaşlar; benimkileri onunkilere yoldaş eyledim.

14.6.13

şharhonum omzumda kaldı

Ölümünden yedi yıl önceydi…

Takmak için mevsimi değildi. Ama ilk şharhonumdu ve köy için hazırlanan valize konulması gereken en önemli şeydi benim için.

İlk O’na gösterecektim çünkü dedem’e.

Kendisiyle aynı dili konuşamayan bir torunu vardı. Yağmurun, rüzgârın sesini aynı şekilde duyan ama duyduğu sesleri aynı şekilde ifade edemeyen…

O’na bende senin gibi Çerkes’im dede demek isteyen, bunu O’nun görebileceği yerlerde ayak parmaklarının üstüne çıkarak, tüm eline bulaştırdığı mamursayı O’nun gibi üç parmağıyla yemeye çalışarak Çerkesliğini ispat etmeye çalışan bir torun…

Evet takmak için mevsimi değildi. Ama dedemde bile daha önce görmediğim, aklım sıra tam bir Çerkes olduğumun kanıtı olan bir şey vardı bende.

Oturup soluklanmadan, açıp valizi; en üstte duran, özenle katlanan şharhonu alıp:

        -  Dede bak ne var bende dedim. Kaybettiği bir şeyi bulmuş gibi parladı gözlerinin içi

        -  Wulan nerden buldun onu dedi. Sanki hep varmış gibi cevap vermedim.

         - Tam bilmiyorum sarmasını. Siz takıyor muydunuz? Sen biliyor musun sarmasını? diye peşi sıra ekledim soruları.

Babaannemin kinayeli gülümsemelerine aldırış etmeden

       -  At üstünde bile sarardım dedi.

Ama saramadı, unutmuştu dedem.

Saramadı başına şharhonu ve o şharhon benimde hep omzumda kaldı.