Kalemi, usulca beyaz kağıdın üstüne koydu.
Ellerini de kağıt arada kalacak şekilde masanın üstüne…
Uzunca sayılabilecek bir süre sadece ellerine baktı. Sol
elinin işaret ve baş parmağı istemsizce kıpırdayınca keskin bir nefes aldı ve aynı
elinin aynı parmaklarının ucuyla düzeltmeyi denedi kağıdın kıvrılan yerlerini.
Olmayınca uzamış tırnak uçlarıyla bastırdı kağıda.
Yine başarılı olamadı, ince izler kaldı... Onlar bile
görülsün istemiyordu.
Daha yenisi yoktu, sahip
olduğu tek kağıt buydu ve safi bir beyazlıktan öte temizlik istiyordu.
Öyle ki tek bir mürekkep damlası dahi değmeyecekti kağıda.
Ve bakıldığında tek bir kelime bile görülmeyecekti.
Evet emindi.
Sadece içinin sesiyle yazacaktı bu sefer. Kimilerine göre
hiçbir şey görülmezken, kimileri birçok şeyi birden duyabilecekti.
Denilmişti “ilk taşı günahsız olanınız atsın” ve O da dedi içinin sesiyle; en temiz, en saf,
en çıkarsız yaptığım neydi?
...
Yağmurlu bir sonbahar ikindisinde tanımadığı birinin
cenazesindeydi.
...
Köyle kasaba arasındaki bu yerden geçerken gördü bacası
diğerlerine göre daha bir beyaza yakın tüten küçük kahveyi.
Gitmeyi planladığı
yere epey bir yolu vardı daha, kahvedense kendince bir durak kadar geçtikten
sonra indi. Hoş “kaptan sağda indirir misin?”dese de inerdi. Gereksiz bir
kibarlıkla “durakta indirir misiniz?”dedi. Durağın bile duraklığının farkında
olmadığı yerde indi...
Muhtemeldir ki
yağmur yağmadan önce de çamurlu olan yollarda en batmayacak yerleri seçti, öyle
yürüdü.
Kahveye girmeden durdu, tüm ayakkabılarına bulaşan çamura değil,
bağcıklarına baktı, eğildi ve ayakkabı bağcıklarını bir hizaya getirdi. Bu en
büyük takıntılarından biriydi.
“Selamunaleyküm” dedi, girdi. İçeride fındık sobası
yanıyordu. Altı masalı kahvenin bir masasında kahve sahibiyle birlikte üç kişi
oturuyordu. Önce kapıya en uzak masaya geçti, sonra da sobanın hava alsın diye
açılan küçük yerinden içindeki ateşi görebilene…
Kahve sahibi sararmış uzun bıyıkları arasındaki sigarasını
ağzından dahi çıkarmadan “üşüdün herhal” deyip sobaya fındık kabuğu dökerken
kaşlarını hafif kaldırıp sigara dumanından yanan gözlerini biraz kısarak “çay”
dedi. Onun bu tasarruflu cümleleri karşısında kafasını bir kez eğip onay
vermeyi tercih etti.
İşaret parmağını yeşil kadife masa örtüsündeki sigara
yanıkları üstünde gezdirirken, kahve sahibinin sinkaflı küfrü öncesinde
“ağızlarıynan içmiyolar ki” sözüyle irkilip, “eyvallah”la çayı masaya koymasına fırsat
vermeden elinden aldı.
Çaydan ilk yudumu alırken sela okunmaya başladı. İstemsizce
gözleri masada oturanlara takılmışken, peltekliğini ön iki dişinin olmamasına
verdiği daha yaşlı ve kasketli olan “senin yaşlarındaydı” dedi.
Bakışlarını o
kahveye daha az yakıştırdığı, ceketiyle uyumsuz olsa da sela sesiyle yeleğinin
cebinden çıkardığı kösteklisini kuran temiz tıraşlı diğerine çevirdi. “Ölen
ölen” diye ekledi adam. “Senin yaşlarındaydı.” Sonra da dişsiz olana dönüp
“kıyamati bu imamlar getirecek, parayı az buldu muhakkak ki nasıl kısa kesti
selayı pezevenk” diye sövdü.
Elleriyle hiçbir zaman istediği şekli aldıramadığı saçlarını
düzeltir gibi yaparken “niye öldü?” diye sordu.
İkinci çayı masaya bırakırken “hastalanmış, hastaymış
herhal” dedi kahve sahibi.
İçinden “herhalden başka kelime bilmiyo bu herhal”
derken, istemsizce tebessüm etti. Tebessümünün fark edildiğini fark edince saçını
düzelttiği elini burnuna getirip derin bir nefesle koklarken “Allah rahmet
eylesin” dedi.
Yavandı.
Yavanlığından utandı. Selası doğru düzgün okunmayan o
delikanlıdan utandı. Yaşından utandı. Çaydan tek bir yudum daha alamadı. Çaydan
utandı.
“Ne zaman kaldırılacak cenaze?” diye sordu yelekliye. “Ekindide”
dedi dişsiz olan. “Yağmur çok ya ondan herhal” dedi kahve sahibi. “Anca kazılır
mezar” dedi yelekli.
Ve en nihayetinde imam “nasıl bilirdiniz?” dedi.
En bilmediği kişiyi o kadar iyi bilmişti ki, yağmurla
birleşen gözyaşlarıyla en temiz, en saf, en çıkarsız haliyle “iyi bilirim”
dedi.
İyi bilirdi.