18.7.13

sessizceydi

Her gün biraz daha uzaklaşıyordu her şeyden. Ve bunu tek bir adım bile atmadan yapıyordu…

Çevresinde olup bitenlere her gün biraz daha fazla canı sıkılıp, biraz daha umursamaz oluyordu düne göre.

Öyle bir dünya yaratmıştı ki kendine; açılacak birçok kapı vardı ve birçok anahtar. Ama tek bir pencere bile yoktu. Ya içeride karanlıkta kalmak vardı ya da dönmemek üzere çıkıp gitmek... Seyretmek yoktu.

Kime sorsan istemezdi sıvası dökülen bir evde yaşamayı. O ise en çıplak hakikati gördüğüne inanırdı kırık tuğla parçaları ve paslı demirlerde.

Ağlamanın ardından gelen gülme krizi kadar açıklanamazdı bu durumun nedeni.

Acılar değil, zorluklar bıktırmıştı onu.

Tam bilinmez acı çekmekten hoşlanmaya başladığı bile söylenebilirdi belki de.

Gittiği bir cafede yalnız başına oturduğunda çöken, masayı işgal ediyorum düşüncesiydi ona hep en zor gelen. Büyük masalara asla tek oturmaz,  iki kişiliklerden boş olan yoksa çoğu kez geri döner, ola ki boş bulup oturduğu zamanlarda da içmeyeceği halde ikinci kahveyi isteyip içten içe rahatlatırdı kendini.  Bir tür kandırmacaydı bu kendisiyle oynadığı. Ama lokantada hiçbir zaman kabul etmedi yemekten sonra gelen çay ikramını. Bir an evvel çıkıp gitmek istedi ve çıkışları hep aceleci, hep bir yere yetişmesi gerekiyor gibiydi.

İşte bu; sıvası yeni olup, tuğlası kırık, demiri paslı olmaktı onun gözünde…

Ve elini cebine atıp yürümenin zorluğunu yaşıyordu. Çevresine göründüğü kadar, yani hiçbir zaman o kadar rahat olamamıştı. Tamam, etrafa karşı vurdumduymaz olmaya başlamıştı ama elini cebine atıp, omuzlarını sallayacak, hele bir de ıslık çalacak kadar değil. Ama yaptı bunu da. Hem de en düşünceli haliyle midesi kramplar içindeyken. Attı ellerini cebine, normalde burnunun olduğu hizaya kaldırdı çenesini ve öylece yürüdü. Ta ki yorulana kadar…

Taş topladı yürüdüğü yollardan, gittiği yerlerden. Oturduğu parklardaki çamlardan kozalaklar kopardı. Çınarlardan yapraklar…

On beş yaşındayken edebiyat hocasının okuduğu bir şey geldi aklına yarım yamalak, şiir miydi yoksa düz yazı mı bilemedi. Rüzgâr çınardan bir el mi ne alıyormuş. Çınar yaprakları ele benzermiş falan…

Asker arkadaşı Urfalı Memet’in isminden de nüfus memuru bir “h” harfi almıştı.

Doğa da alıyordu, insan da diye düşündü. Hoş hep düşündüğü şeydi bu.

Biraz uzandı hafifçe nemli gibi gelen toprağa. Tam da rahat edemedi ya toprak çeker korkusuyla. Öncesinde bakındı karınca var mı diye. Yerde görse bir şey değildi de üstünde bir tane görse kaşınır dururdu. Avuçlarıyla çimleri sıktı, elinde bıraktığı izlere baktı bir süre. Evdeki boş fanusa tekrar bir beta balığı mı alsam acaba dedi. Sonra vazgeçip yanında getirdiği kitabı açtı, "insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir" yazıyordu. Üç beş sayfa daha okuyup kitabı kapattı, başının altına koydu.

Gözü yaşarana kadar güneşe baktı. Ne zaman sonra uykuya daldı.

10.7.13

karadut küstü, su çürüdü

Ihlamur bir sonbahar gecesinde yıkıldı.

İçten içe kurt yemiş. Yağmurun ardından gelen fırtına da tuzu biberi olup devirdi gitti koca ağacı…

Şimdi bahçenin en yaşlısı karadut…

Eskiler; ağacın meyvesi üstünde kalırsa ağaç küser, ertesi sene vermez derler. İki bin sekiz’den beridir küs bize karadut.

Atımızı sattığımızdan beri, dedemi kara toprağın altına koyduğumuzdan beri…

Durduramıyorsun zamanın elinden avucundan kıymet verdiklerini bir bir alıp götürmesini. 

Sıkamıyorsun yumruğunu.

Ki sen; haziranın temmuzun sıcağıyla değil, gece üstüne çiy düşerken bahçende yaktığın ateşle ısıtıyorsan ruhunu, zordur bazı şeyler. Ve daha da zorlaştırır durduramadığın zaman…

Ama içlerinden en zorudur yok olmak; kireç badanalı duvarlarda kırlangıç yuvalarını görenlere, kelebek kilitli ahşap pencere denizliklerindeki arı peteklerini bilenlere, tulumbadan su içenlere…

Acıdır; ferik elmasının kokusunun yerine koku bulamamak, gür sesinden eser kalmayan, kurudu kuruyacak derenin kenarına oturmak...

Ve acıdır tüm bunlara Çerkes şairin şiirinden aklında kalan son mısrayı mırıldanmak:

Küstü, öldürdü kendini su... Su çürüdü...”



2.7.13

bir kağıtla kalem verildi

Bir kağıtla kalem verildi bize ve denildi yazın diye…

İçinizdekileri, içinizden gelenleri yazın.

Yatmadan önce aynaya baktığınızda gördüğünüz sizi, yastığınızı düzeltmeden önceki halinizi. Ve o yastığı düzeltmenin neyi değiştireceğini yazın. Yarattığı ferahlığı, rahatlığı… 

Gerçeği yazın.

En net şekilde karanlıkta görünürsünüz siz denildi. Ay ışığının dahi olmadığı gecelerde kendi soluğunuzu duyduğunuz sessizlikte sizi yazın.

Siz hiç tek başınıza mezarlık ziyareti yaptınız mı? diye soruldu. Ve tek başına yapılan mezarlık ziyaretinde dökülen gözyaşınızı yazın denildi.

En yükseğe çıkan uçurtmanızı yazın. İpi serbest bıraktıktan ve sımsıkı kavradıktan sonraki sizi. İpin kopmasını ne kadar istediğinizi, ve ipi ne de çabucak sardığınızı yazın denildi.

İki kayık yapıp yarıştırdığınız sizi yazın. Hangisini suda daha fazla ittirdiğinizi… Zaferinizi ve yenilişinizi yazın. Aldanışı, hileyi, sevinci yazın denildi.

Yudumlarınızı saydığınız, boğazınızdan geçerken ses çıkaran su içişlerinizi yazın denildi.

Muma parmağınızı uzattığınız andaki sizi yazın. Bile bile yenilgiyi yazın. Uzaktan tek bir üflemeyle söndürülen mumları, nefesinizle dalgalandırdığınız mum alevine bakan gözlerinizi yazın. 

Yazın aynı gözler mi elinize sürdüğünüz fesleğenin kokusundan avuçlarınızda kalanını içinize çektiğinizde kapanan gözleriniz.

Bir ara verildi. Ve son kez denildi; insan kendi kendine yeter mi, eğer yetecekse niye var diğerleri? 

Yazın.