23.10.15

kanayan neydi?

Ağzında kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri…

Bir gün daha bitmek üzereydi. O akşam, demlediği çayın dibini çöpe değil, "belvü" adını verdiği çiçeğin saksına döktü. Kolları yer çekiminin formülsüz ispatçısıydı. Mukavemet gösterdi ve saatine baktı. 11’e 10 kalmıştı. “Bir ses kayıt cihazım eksik” deyip acı bir tebessüm bıraktı odaya. Yoğunluğu gittikçe azalan ama tüm hacmi kaplayan bir tebessüm.

Aynanın karşısındaydı...

Ellerini ağır ağır saçlarının yattığı yönün tersince başında gezdirirken, gözleri de avcundan kurtulan her saç telinin takibindeydi. İçerinde bir yerlerde kararanların dışa aksiydi gördükleri. Artmıştı. Elinin tersiyle terleyen alnını sildi. Saatin deri kordonu, teri, kokusuna ekledi.

Kapıya yöneleceği anda tekrar aynaya döndü. Yaklaştı. Nefesi ağırlaştı. Yaz bitimiydi. Burnundan çıkan soluğu yetti aynayı buğulandırmaya. Silmedi. Daha bir dikkatli baktı. En belirgin özneli, ama yüklemi olmayan tüm cümlelerini aklından geçirdi. Tek birini bile atlamadan hepsini zihninde istifledi.

Ağzında kızılcık mayhoşluğu ve aklında dilinin yetmedikleri...

Bugüne kadar tek bir kelime etmemiş, hiç konuşmamış gibiydi. Tüm bunlar nasıl söylenir der gibi baktı aynaya. Yabancılaştı. Hayreti alnındaki çizgilerde belirginleşti. Ve suskunluğun dayanılmaz yükünü sahiplendi.

Acının yaşlandığını gördü. Hüznün kaz ayaklarını da…   
    
Daha önce hissetmediği bir hissin içindeydi, farklılık sezdi. Oysa suskunluk öncesi;  yani son bir iki dakikadır olanlar dışındaki her şey rutindi. Saçlarındaki beyazlara bakıp, tam kapıdan çıkacakken dönüp aynaya biraz daha yaklaşacak ve gözlerinin içine, gözbebeklerini yakalamaya çalışırcasına bakıp, başı hafif döner, gözleri kararır gibi olunca da gidip yatağına yatacaktı.

Ama yatmadı. 

Ve o gece kelimelerle oluşturamadıkları, ısırdığı alt dudağındaki kanda saklandı. Ağzındaki mayhoşluğa kan burukluğu ekledi.

Ama yatmadı.

Odasına girdiğinde yaptığı liste “buselik makamına” gelmişti. Normalde olması gereken, İsmet Özel’in “Münacaat”ıydı. Buselik makamı tavana bakarken çalmalı; münacaat, gözlerini bilgisayarın ışığından sakınıp, yüzünü silikon boyalı duvara döndüğü anda başlamalı ve tam odanın karanlığına gözleri alışır gibi olup, zihni şiirdeki sorulara cevap aramaktan yorulurken, onu dünyadan ayıran, söyleyeninin ismini hala öğrenemediği “i’ve seen it all” olmalıydı.

Ama yatmadı ve bunların hiçbiri o gece olmadı.

Bulmaktan bahsediyordu. Tükendi diyordu. Yolculuk diyordu.

Ceketini, çantası ve anahtarlarını alıp evden çıktı. Çanta alışılagelmişlik, anahtarsa teslimiyetti, boyun büküştü. 

Kontağı çevirdiğinde nereye gideceğini biliyordu. Hayatının değişmeyeceğini de... Oysa filmlerde ve kitaplarda hep tam tersini görmüş, tam tersini okumuştu. Çiseleyen yağmurla, yol üzerindeki lambaların uyumu sevimsiz asfaltı katlanılır hale getiriyordu. Belli bir süre bu ışıltılı yansımaları saydı.

Ağzındaki mayhoşluğa ve kan burukluğuna minörleri ekledi.


Yol bittiğinde serinlik ve sessizlik içindeydi. Bu, bele vuran bir serinlik ve kalbe vuran bir sessizlikti. 

Sessizliği, O’nu o karanlıkta karşılayan "karabaş" ismini verdiği bir köpek bozdu. Köpeğe nasıl seslenirse seslensin, köpekte isminin yarattığı bir algı farkı yoktu. Eğildi, iki avucunun arasına aldı başını, gözlerine bakıp, her soru cümlesinin arasına birkaç solukluk nefes koyup “sana başka bir isim mi verseydim acaba karabaş?" "Bir şey değişir miydi sence?” “Ne değişirdi ki?” dedi. Biraz başını okşayıp, “sabah ekmek alırım, sabahı bekle” deyip bahçe kapısının dışında, iç çekiyormuş gibi çıkardığı tiz seslerle baş başa bıraktı köpeği.

Kırağı düşmüş, kahverengi boyaları pul pul olmuş demir korkuluklara tutunup merdivenleri çıktı. Balkondaki tahta masanın yanına evden yeşil kadife döşemeli bir sandalye çıkarttı. Üstüne de sandıktan bir şişe. 

Kendisine en uzak köşedeki ışığı açtı sadece. Işığı gördü. Soluk alıp verişi düzene girince de sesleri duydu ve dinledi…

Annesini emen bir bebeği dinledi. Bir diğerine vuran tesbih tanesini. Berber kalfasının havayı kesen makasının sesini, yaşlı bir zamparanın ikinci sigarası için çaktığı çakmağının sesini dinledi. Dinledi hutbeye sağ adımlarıyla çıkan vaizin ayak seslerini. İnişleri dinledi. Duvardaki bir fotoğraf çerçevesini düzeltmek kadar kolay olmuyordu içindeki hayatları düzeltmek. Hayatları ve çerçeveyi dinledi. Ağırlığı dinledi.

Sonra döndü kireç badanalı duvara, uzun uzun gölgesini seyretti, dinledi. Aynada göremediğini gördü ve söyleyemediğini söyledi

Dudağındaki kan kurumuştu artık ve tek kızıllık masadaki şaraptı. 

Peki o zaman bu kanayan neydi?



26.4.15

ses

Gözlerini açtığında yüzü özensizce şampanya rengine boyanmış duvara dönüktü.
Oldum olası nefret etmişti bu renkten.
Tüm güzel şeyleri soğuran, yok eden bir renkti ona göre...
Uzunca sayılabilecek bir süre sadece duvara baktı. Duvarın gök mavisi boyalı halini hayal etti. Daha sonra da yeşili... Ama uyanışının asıl sebebi ne yeşildi ne de mavi.
Safi bir sesti.
Gözlerinin karanlığa alışmasıyla aydınlanan odadaki kuzineyi gördü.
Kuzineyi hatırlatacak tek şey kuzinenin kendisiydi.
"Acaba köze dönerken devrilen bir meşe kütüğü müydü?" dedi.
Ama kuzineyi hatırlatacak tek şey yine kuzinenin kendisiydi.
Ne bir ses vardı ne de sıcaklık oluşturacak bir kızıllık.
Yattığı kanepenin ahşabını kemiren kurdun ve yanıbaşındaki dikdörtgen mavi sehpanın üstünde iki civcivini beslermiş gibi yapan tavuklu saatin sesi değildi.
Üstelik aynı saat gösteriyordu, uykunun hayrının tükenmesine, "hayrun minen nevm" denmesine neredeyse daha iki saat olduğunu.
Felahın sesi de değildi.
Boğazı tıkanmış gibiydi. Soğuk odaya verdiği nefesinde sıkıntısı vardı. Zoraki bir şekilde yutkunurken kısılan gözlerinde de memnuniyetsizliği...
Hepsini gördü. Hepsini tanıdı...
Ama o gece, o odadaki, o ses; bir ilkti.
Her dağılan rüyanın ardından onu bekledi.
O ses, o günden sonra tekrar gelmedi.
Gelmeyeceğini bildi.
Her uykuya dalışıyla bir canı değil, bir hayali karanlığa gömdü.
Kırılmadıysa da tanıdı umudun bükülüşünü.
Ve bildi...

9.3.15

esip gelenler III


şiirler biriktirdi içinde; dizesiz, satırı olmayan. 
kafiyesi olmayan şiirler. 
ve mürekkepsiz, yüklemini kaybetmiş devrik cümleler…
yazılar biriktirdi kelimeleri boğazda düğümlenen. 
nakaratsız, melodisiz şarkılar biriktirdi. 
bir küçücük avucu dolduramayan nefesler biriktirdi.
bir kalbi ısıtamayan;
bir düşüncede yer tutup, tebessümde saklanamayan sözler…

ne kesip attı yarasını, ne de iyileştirdi.
kabuklar biriktirdi sürekli kanatılan.
adımlar biriktirdi denkleştirilmeyi bekleyen
yürümeyi, yetişmeyi özleyen.


11.1.15

iyi bilirdi

Kalemi, usulca beyaz kağıdın üstüne koydu.

Ellerini de kağıt arada kalacak şekilde masanın üstüne… 

Uzunca sayılabilecek bir süre sadece ellerine baktı. Sol elinin işaret ve baş parmağı istemsizce kıpırdayınca keskin bir nefes aldı ve aynı elinin aynı parmaklarının ucuyla düzeltmeyi denedi kağıdın kıvrılan yerlerini.

Olmayınca uzamış tırnak uçlarıyla bastırdı kağıda.

Yine başarılı olamadı, ince izler kaldı... Onlar bile görülsün istemiyordu.

Daha yenisi yoktu, sahip olduğu tek kağıt buydu ve safi bir beyazlıktan öte temizlik istiyordu.

Öyle ki tek bir mürekkep damlası dahi değmeyecekti kağıda. Ve bakıldığında tek bir kelime bile görülmeyecekti.

Evet emindi.

Sadece içinin sesiyle yazacaktı bu sefer. Kimilerine göre hiçbir şey görülmezken, kimileri birçok şeyi birden duyabilecekti.

Denilmişti “ilk taşı günahsız olanınız atsın” ve O da dedi içinin sesiyle; en temiz, en saf, en çıkarsız yaptığım neydi?
...

Yağmurlu bir sonbahar ikindisinde tanımadığı birinin cenazesindeydi.

...

Köyle kasaba arasındaki bu yerden geçerken gördü bacası diğerlerine göre daha bir beyaza yakın tüten küçük kahveyi. 

Gitmeyi planladığı yere epey bir yolu vardı daha, kahvedense kendince bir durak kadar geçtikten sonra indi. Hoş “kaptan sağda indirir misin?”dese de inerdi. Gereksiz bir kibarlıkla “durakta indirir misiniz?”dedi. Durağın bile duraklığının farkında olmadığı yerde indi...  

Muhtemeldir ki yağmur yağmadan önce de çamurlu olan yollarda en batmayacak yerleri seçti, öyle yürüdü. 

Kahveye girmeden durdu, tüm ayakkabılarına bulaşan çamura değil, bağcıklarına baktı, eğildi ve ayakkabı bağcıklarını bir hizaya getirdi. Bu en büyük takıntılarından biriydi.

“Selamunaleyküm” dedi, girdi. İçeride fındık sobası yanıyordu. Altı masalı kahvenin bir masasında kahve sahibiyle birlikte üç kişi oturuyordu. Önce kapıya en uzak masaya geçti, sonra da sobanın hava alsın diye açılan küçük yerinden içindeki ateşi görebilene…

Kahve sahibi sararmış uzun bıyıkları arasındaki sigarasını ağzından dahi çıkarmadan “üşüdün herhal” deyip sobaya fındık kabuğu dökerken kaşlarını hafif kaldırıp sigara dumanından yanan gözlerini biraz kısarak “çay” dedi. Onun bu tasarruflu cümleleri karşısında kafasını bir kez eğip onay vermeyi tercih etti.

İşaret parmağını yeşil kadife masa örtüsündeki sigara yanıkları üstünde gezdirirken, kahve sahibinin sinkaflı küfrü öncesinde “ağızlarıynan içmiyolar ki” sözüyle irkilip,  “eyvallah”la çayı masaya koymasına fırsat vermeden elinden aldı.

Çaydan ilk yudumu alırken sela okunmaya başladı. İstemsizce gözleri masada oturanlara takılmışken, peltekliğini ön iki dişinin olmamasına verdiği daha yaşlı ve kasketli olan “senin yaşlarındaydı” dedi.

Bakışlarını o kahveye daha az yakıştırdığı, ceketiyle uyumsuz olsa da sela sesiyle yeleğinin cebinden çıkardığı kösteklisini kuran temiz tıraşlı diğerine çevirdi. “Ölen ölen” diye ekledi adam. “Senin yaşlarındaydı.” Sonra da dişsiz olana dönüp “kıyamati bu imamlar getirecek, parayı az buldu muhakkak ki nasıl kısa kesti selayı pezevenk” diye sövdü.

Elleriyle hiçbir zaman istediği şekli aldıramadığı saçlarını düzeltir gibi yaparken “niye öldü?” diye sordu.

İkinci çayı masaya bırakırken “hastalanmış, hastaymış herhal” dedi kahve sahibi. 

İçinden “herhalden başka kelime bilmiyo bu herhal” derken, istemsizce tebessüm etti. Tebessümünün fark edildiğini fark edince saçını düzelttiği elini burnuna getirip derin bir nefesle koklarken “Allah rahmet eylesin” dedi.

Yavandı.

Yavanlığından utandı. Selası doğru düzgün okunmayan o delikanlıdan utandı. Yaşından utandı. Çaydan tek bir yudum daha alamadı. Çaydan utandı.

“Ne zaman kaldırılacak cenaze?” diye sordu yelekliye. “Ekindide” dedi dişsiz olan. “Yağmur çok ya ondan herhal” dedi kahve sahibi. “Anca kazılır mezar” dedi yelekli.

Ve en nihayetinde imam “nasıl bilirdiniz?” dedi.

En bilmediği kişiyi o kadar iyi bilmişti ki, yağmurla birleşen gözyaşlarıyla en temiz, en saf, en çıkarsız haliyle “iyi bilirim” dedi.

İyi bilirdi.