29.5.13

musluktan akan suya inat

En başka duyguları, tarifsizleri, çoğu ilkleri Çanakkale’de yaşadım. En yakın arkadaşlıkları, kalbimizin aynı ritmle attığına inandığım dostlukları da Ankara’da… Köydeyse; neredeyse hep tek başımaydım. Buna rağmen, yine de en çok köye gitmek istedim. Sanki kaybolan bir şeyi bulmak, eksik bazı şeyleri tamamlamak için…
Ve her köye gidişimde elim bir şekilde vitrindeki fotoğraf albümlerine gider uzun uzun bakakalırdım eskilere, geçmişe…
Bazı yerler, bazı zamanlar ve o bazı yerlerde yaşanan bazı şeyler, geçmeyen yaralar gibi iz bırakırlar insanda, ruhuna işler, sihirlidir. Mıknatıs etkisindedir.
Eski bayramların tadı başkaydı diyen dedem artık hayatta değil. Beş yıl oldu göçüp gideli.
İki katlı toprak sıvalı eski evimizin çocuk aklımızla esrarlı bulduğumuz gömme banyoları da gizemi de evle birlikte yıkıldılar.
Çift haneli yıl oldu sağılan sütün sıcaklığını hissetmeyeli, tüten dumanını görmeyeli. Pastörize yavanlıklardayız şimdi.
Babaannemin tepsi tepsi yaptığı ekmekler de artık yok. Tadını hiçbir zaman bulamayacağım. Ve biliyorum bu yüzden kaybedilen elde edilenden daha değerli. Hüznün değeri kaybedilenin yeri doldurulamazlığıyla bir.
Unutabilir insan zamanla sesleri, kahkahanın tonunu unutabilir. Gülümsemesi aklında kalsa da; gözlerinin yanındaki çizgileri, şakağındaki beni unutabilir. Ama koku başkadır. Dedenin eski bir gömleğe sinen kokusu... Babaannenin kulak arkası yapıp taktığı beyaz tülbentinin kokusu… Sızlatır burnunun direğini alelade çektiğin bir nefes. Ve gözyaşların senden habersiz süzülmeye başlarken yanaklarından, boynundayken fark edersin onları, şah damarının üstündeyken.
O koku hatırlatır sana dut ağacına kurulan salıncağı ve yine o koku hatırlatır yakılan gaz lambasını, kuzinede pişirilen kurban etinden kavurmayı, yarı uykulu kalkılan kışa gelen sahurları…
Bir arayıştı köye gidişlerim. Bir amaçtı. Musluktan akan suya inat tulumbadan su çekmekti. Zamana karşı savaştı. Yaşanmışlığın eşsiz kokusunu bırakmaktı…

bir adım atarsın sadece

Bir adım atarsın sadece; yolun sonunu düşünmeden bazen o yolun nereye gittiğini dahi bilmeden. Önemli de değildir bu zamana kadarki bildikleri yenilgisi olan biri için bilmek. Önemli olan yeniden o ilk adımı atabilmektir.
Çünkü yaşanmışlığın ağırlığı vardır o adımda, tüm yaşanmışlıkları kaldırabilirsen, dayanabilirse dizlerin ve yüreğindeki cenazenin senle birlikte çürümesine izin vermezsen, gömersen, bir kaktüs için can suyuna gerek olmadığını bilirsen, başlayabilirsin yeniden.
Geçmişi unutma isteğidir yeniden başlamak ve en büyük yalanıdır insanın “geçmişimden pişman değilim” demesi. Bir engele rastlamadıkları müddetçe fizik kuralı sabittir hareket halindekiler için… devam edersin yola, yürürsün… ve yürürken boşaltırsın zihnini, gözlerini kapadığında silersin geçmişini. Beklide ilk defa salt en duru duygularla kendini o zaman bulursun.
Daha önce tatmadığın bir hazzı duyarsın benliğinde, yüzün güneşe dönük ve gözlerin kapalı, kılavuzun yüreğinden gelen aydınlıktır.
İzini sürersin evvelden eksik kalanların, tamamlanamayanların…

Ve bu sefer ne bakakalırsın giden geminin ardından ne de küsersin gökyüzüne uçurtman kaçtığı için.

araftır bekleyiş

Araftır bekleyiş. Umuda ve umutsuzluğa açılan kapıdır. Ve insan kapının ağzındadır çoğu zaman. Bekleyiş içindedir… bu bekleyiş bağlar onu hayata. İyi şeyler görebilme umudu. Bir yandan da merak. Eğer ki dilediği gibi olmazsa daha ne kadar dayanabileceği merakı ağır basar içinde. Sınar kendini, sınırlar devreye girer. Sınırları zorlama… ve beklemeye devam eder. Bu bekleyiş saçlarında beyazlara, alnında ve gözlerinin kenarlarında çizgilere neden olur. O bunları; kendindeki değişimleri karşısındakine anlatırken bir yakınma içindedir, memnuniyetsizliğini dile getirir. Oysa benliğinde, içten içe mutludur zamanın kendisinde oluşturduğu bu değişikliklerden, bıraktığı izlerden, giden güzelliğiyle gelen çöküntüden.
Ve şüphesiz iman gerektirir bekleyiş. Koşulsuz bir inanç gerektirir. Bunun içindir ki kimileri kapatır kendini karanlıklara, dar odalara. Kimileri de bir dağın başında güneş ışıkları altında kendinden üstün gördüğüne karşı acizliğini gösterme çabasına girer. Beklediği özgürlüğünün acısı sonunda geleceğine inanır. Peki o özgürlük geldiğinde sarsılmaz inancı ne olacak? Ya inandığı? Üstün gördüğüyle eşitlemiş olmayacak mı kendisini?
Ama hayır. Tehlikeye atamaz kendini, cesaret edemez buna. Tedbirleri elden bırakmaz. Tıpkı kuşkusunun da onu bırakmadığı gibi. Çünkü bir sonraki olası sıkıntıyı ve gelebileceği zamanı şimdiden düşünmeye başlamıştır bile. Ne kadar sadık olduğunu, itaatkârlığını kanıtlamalıdır. İçtenliğini ispat etmelidir. Bunu karanlıkta bulunan şükür faslına geçerek, dağın başındaki diğeri teşekkür ederek gerçekleştirir.

İnsan bekleyecek, yeni şeyler arayacak. Bulabilme umuduyla acı çekecek, sınırlarını öğrenecek. Acıdan kurtulacak, şükrünü, teşekkürünü sunacak.

babam'a

Beyazlaşan saçları aydınlığımız olan adama yazdığım ikinci mektup bu. İlkini dört yıl önce kendi doğum günümde yazmıştım. Ama ona veremedim. Kalemim dilsizi, kağıdım amayı oynadı. Hiç yazılmamış gibi saklı kaldı bende. Bunu onun doğum gününde yazıyorum. Ve bu sefer biraz daha farklı…
Dedeme ilk kez askere giderken sarıldığını söylemişti bana, beni o kadar bekletmedi.
Yaşayamadığı, içinde ukde kalan ne varsa bende görmek istedi. Zamanın Galatasaraylı kalecisi Yasin’in ismini verdi… Tuttuğu takımı tuttum fakat maalesef top koşturmakta beklentilerini karşılayamadım.
“Zenginler şişko mu olur?” diye sorduğum zaman, habire ücretsiz izine çıkartan fabrikasındaki işinden daha zordu bu soru onun için… Şişko ve zengin değildi ama bizim için nefsini kıran, ailesi kimseye imrenmesin diye kimi duygularını yıkan güçlü biriydi…
İmkânsızlıkların arttığı günlerde Sapanca sahilinde açtığı seyyar tezgâhta gizliydi 20 küsur yıl önce sorulan sorumun onurlu cevabı.
Herkese üç köftenin düştüğü masada o et sevmeyen olur. İstihkaka düşen sayı artsa da o her zaman doyurmakla doyan, ufak bir tebessümle beslenendir. Durum salt ekonomiye bağlı değil aile reisliğiyle alakalıdır.
Dediğim gibi, dedemin seni beklettiği kadar bekletmedin beni baba… sen bazı engelleri aştın. Ben nedenini bulamadığım, içimden gelse de eyleme dökemediğim bazı şeylerin beni hala engellediğinin farkındayım. Ve bilmiyorum o duvarı yıkabilir miyim?
Bekliyorum… Senin kadar fedakar olabilirsem, senin sevdiğin gibi sevebilirsem eşimi ve çocuklarımı belki de kendiliğinden yıkılır o duvar…
Allah bize eksikliğini hissettirmesin. İyi ki varsın.                                                               01nisan’13


esip gelenler


Birçoktu, kumdu cam,
Ateşti onu tek yapan.
Sıcaktı cam,
Zamandı onu katı yapan.
Ve yine zamansız bir ateşti parçalayan.





İmkansızın hasreti bizimkisi,
Balığın suyun dışını merak etmesi,
Ağacın toprağı bırakıp ateşi sevmesi.





Oturdu ve kelebeğin iki günlük ömrüne üzüldü,
Tırtılın bir daha sevişemeyeceğini düşünmeden.





 Eğer bir gün bana seni seviyorum diyeceksen hani;
Ağlarken deme!
Gün olur sen gidersin, gözyaşlarınla söndürürsün ateşi.
Ama aynı gözyaşları can verir soldurmaz bendeki sevgini.
Ağlarken deme!





Ben bir kayısı çekirdeğiyim ekilmek üzere peçeteye sarılıp saklanan,
Mevsimli-mevsimsiz hayat bulma ümidiyle sevinen,
Ve her defasında unutuluşuna üzülen …





Bir kırlangıcın gözü karalığına içiyorum bu akşam,
Tası tarağı, evi barkı bırakıp gidişine içiyorum.
Ona başka bir şans tanımayan kısacık hayatına içiyorum.
Baharın bitişine, kışın gelişine…





Belki daha güzel olurdu her şey,
Kokunu içime çekmemiş olsaydım.





Size gösterdiğimdir gördüğünüz
Ben değilim.
Ben değilim gördüğünüz.
Bir tebessüm görmek için,
Size gösterdiğimdir gördüğünüz.





Bazen yazmak istersin de yazamazsın,
Düşünür de kelime bulamazsın.
Duyguların karşısında küçülür harfler,
Sessizleşir, yok olurlar.
İşte o zaman hiçtir sana kalan, hiçtir durumun.





Bir fallıktı papatyanın ömrü
Ve bencildi insan.


kotıj'a

“Bazı bitkiler çevrelerine başka hiçbir tohumu yanaştırmazlar. Bazılarıysa sadece birkaç çeşidin yanında var olabilirler.” Yazıyordu okuduğum bir romanda…
Okuduğum cümleler bana bir şeyler ima eder gibiydi. Bazı çağrışımlara yol açtılar. Ama böylece biraz iyimser kalıyordu yazılanlar zihnimde oluşanlara göre. Duygularıma mürekkep araç oldu. Üstüme vazifeymiş gibi romanda bulamadığım üçüncü devam cümlesini de ben kurdum. Çünkü görünen öyle değildi…
Kafkasya’dan gelen meşe palamudundan diktik Anadolu’nun toprağına. Tıpkı yine anavatandan getirttiğimiz mısır tohumları gibi…
Bereket tanrısı Thağalace’nin kucağından alıp, büyük gri kentlerin içine soktuk onları, apartman dairelerinin balkonlarında dar saksılar içinde büyümelerini bekledik.
Amacımız; görünüşte un, su, tuz karışımı olan mamursayı yapmak değildi. Amacımız midelerimizi doldurmak değil, ruhumuzu doyurmaktı. Kaybedileni bilmeden kayıp aramaktı bizimkisi.
Belki saf bir inanıştı ama inandık eğer bunu başarabilirsek başlığımızı da onlar gibi sarabileceğimize, daha dik yürüyebileceğimize ve onlar gibi gu-guşıen-gupşısen’i ( kalp-konuşmak-düşünmek) bir frekansta toplayabileceğimize; kalbimizle düşünüp, kalbimizle konuşacağımıza…
Aynı inanıştı bize şimdi cinsleri tükenmekte olan atlarımızın vaktiyle üstünde özgürce koştukları; kan, gözyaşı, dirayet ve metanetin rengini taşıyan bir avuç toprağı evimizin başköşesine koyduran. Kokusunu her içimize çekişimizde yaralarımıza merhem olsun diye, şifa niyetine…
Kotıj dedik filizlenen meşeye. Mutlu etmeye çalıştık geldiği yerlerin rüzgârı andıran, çağlayan, unutulmaya yüz tutan dilinden aklımızda kalanları sessizce ona fısıldayarak.
Umut yükledik dallarına, her baharda yeşeren yapraklarına… Aidiyet duyduk, derinlere kök salmak istedik, sahiplendik.
Kötü değildi niyetimiz; düğünlerimiz Kotıj’ın şahitliğiyle yapılsın, vurulan tahtalarımız sesini ondan alsın, yaprakları dejuğlarımıza eşlik etsin istedik. Ve huzurla O’nun gölgesinde uyusun istedik vatan toprağı göremeden gözlerini yuman büyüklerimiz.
Bir dalından şkepşine, bir diğerinden yay yapacaktık. Biliyorduk ki yalnızca o şkepşinenin sesi soluklar katacaktı nefesimize ve zamanın gürültülü silahlarına inat, her fırlattığımız ok; üstümüze yapışan, bize ait olmayan ne varsa bizde söküp atacaktı. Kendimize getirecekti bizi..
Ama biz buraya ne kadar alışabildiysek Kotıj’da o kadar alıştı. Yapamadı. Özü ve O’na can vermesi gereken toprak başkaydı. Çevresindeki ağaçlar başka, dallarına konan kuşların dili başka…
“Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir, mutsuzluk içinse tek bir neden yeter” denir. Bizim yapbozumuzda hep bir parça eksik kaldı. Tamamlanamadı çerçeve…
Kotıj’da 150 yıldır bu topraklarda olup, bu toprağa karışanlardan oldu. Karıştı diğer ağaçlara, karıştı diğer ağaçların toprağına. Gönderemeden içinde kalan son melodiyi esen rüzgârlarla vatan toprağına...

kutup yıldızı polaris

Cezveye benzeyeni büyük ayı yıldızı, onun karşısında yan bir M harfi var ve ikisinin arasında kutup yıldızı polaris… Kaybolduğunda ona bakıp yönünü tayin edersin. Bense kaybolmak için bakıyorum yıldızlara. Birkaç saatliğine zahiride gezinmek, onlara anlam vererek, mana yükleyerek.

Ve resim yapıyorum yıldızlardan; ağacımda yıldızdan, dağımda, sürü halinde uçan kırlangıç kuşlarımda, hatta tek katlı evimin yanından usul usul akan derem bile…

Biraz daha derinleşince bakışlarım, sen umut ol diyorum en parlaklarından birine, bir diğerine de sevinç… Belki sönecek olan belli-belirsiz ışığı gelenin tekine hasret diyorum, yanı başındaki ikizine de özlem. “belki sönecek olan” dedim ya, biliyorum aslında o hiç sönmeyecek. Sadece şekil değiştirecek hasret yıldızı ve türü değişecek özlemin. İnce ince yanacaklar içten içe… ve sen başını başını kaldırıp semaya baktığında; görmek için en çok çabayı hep o iki yıldız için sarf edeceksin.


Gece bitip güneş hayallerini alırken gün pahasına; aldırmaz, pek te umursamazsın doğan güneşe. Bilirsin günün gecesinde umut orada olacak sevinçle… ve hasretle özlemde… tabi kara kadife bulutlar tablonun üstünü örtmezse.

kardeşim yeşim'e

Woo sışupx; bu yazıyı sana 29 Ocakta gece 1-3 nöbetimde üstü alüminyum saçla kapalı hedef-koordinat belirleme masasının üstünde yazıyorum. Biraz illegal yollardan kendime bir sandalye de buldum. Tüfeğimi bir kenara çattım. Hava düne göre birkaç derece daha soğuk, sepkenli bir kar yağışı var.

Woo sışupx; bu senede doğum gününde yanında olamıyorum. Epeydir beraber kutlayamıyoruz. Çanakkale,Ankara derken bu sene biraz daha uzaktayım… Uzaklık fiziki terimle rölativistik, göreceli bir kavram. Bir de uzaklığın mecazi anlamları vardır edebiyatta… Şuan sizlere 1700 km uzaklıkta fakat gözlerimi kapattığımda saniyelik zaman diliminde yüzleriniz yanımda, zihnimde beliriyor. Ve kardeş olmanın yakınlığındayız seninle, bunu ne fizik ne de edebiyat, sözlü anlatım pek tarif edemez heralde.


Woo sışupx; ben –cım’lı –cim’li ekleri pek kullanamıyorum. “annecim, babacım, bitanecik canım kardeşim” demeyi pek beceremiyorum. Yazmak biraz daha kolay ama söylemesi zor geliyor bana. Bazı şeyleri hislerimle ne kadar belli edebiliyorum; çatık kaşlarımdan, huysuz bakışlarımdan ne kadar anlaşılıyor onu da bilmiyorum. Ama bazı şeyler var ki onların gizemini, sihrini çöz. Mesela yemekten sonra annemin kaynattığı ıhlamuru onlarla birlikte iç. Odanda tek başına değil. Orada bizi ısıtan ıhlamur değil birbirimize olan sevgimiz, ve o güzel koku sadece ıhlamurdan gelmiyor…


Woo sışupx umut et. Benim burada günlerim beklediğimden hızlı geçiyor. Kendime askerlik bittiğinde yapılacaklar listesi hazırlıyorum: dinlenecek müziklerin listesini; Erkan Oğur’u, Ezginin Günlüğü’nü, Mohsen Namjoo’yu ve yenilecek yemekleri… Hayatımda yediğim en güzel kebabı burada yedim ama sadece sıcak su, tuz, mısır unu karışımı olan mamursanın yerini tutmuyor. İsli Çerkes peynirinin yanında Van’ın otlu peynirinin esamesi bile okunamaz. Bir de insanın ruhunu doyuracak şeyler var… Senle beraber hiç sinemaya gitmedik mesela, sinemaya gideceğiz. Ben araba pazarında gezmeyi sevmesem de babamla araba pazarına gideceğim ve gezeceğiz. Annem bana sokak ortasında sarılıp öpmeye çalıştığında kızmayacağım. (bundan pek emin değilim ama en azından bir kere kızmayacağım.)


Woo sışupx; kendine ve hayatına değer ver. Güzel bir kültürden geldiğin için değer ver. Mutlu bir ailen olduğu için değer ver. Ben burada çoğu senin yaşıtın kişilerle askerlik yapıyorum. Senin imkanların neredeyse hepsinden iyi bunun için değer ver. Ulaştıkların ve isteyipte ulaşamadıkların için bile kendine değer ver.


Woo sışupx: ben gelene kadar rahatına bak ama tembelliğe de çok alışma. Geldiğimde emir komuta bende olacak ona göre… Yazımın sonunu öpüyorum, kucaklıyorum diye bitirmek pek gerçekçi olmayacak o yüzden sizleri seven, özleyen Topçu Çvş. Ketse Yasin Durmaz diyerek sonlandırıyorum.


İyiki varsın, iyiki doğdun kardeşim…

Kardeşim’den

Evet her doğum günümde o bahsettiğin kilometreler nedeniyle “fiziksel” olarak bir arada olamadık belki.. belki de kocaman sarılamadık birbirimize “iyi ki doğdun” derken ya da pastadan aldığımız o küçük lokmalarda birlikte tatlanmadı ağzımız ..ama bunlar senin de söylediğin gibi fiziksel şeyler işte abicim..
Ama bütün bunları bir kenara bırakıp sadece bir kız düşün .. her doğum gününde uzakta da olsa ilk önce abisinden, kardeşinden aldığı o eşsiz mesajlarla yeni yaşına giren ..belki de hiç duymadığı şeylerin yazılı olduğu o birkaç satırlık mesajlar..kardeşliğin ne olduğunu uzaklığın buna kesinlikle ama kesinlikle engel olamadığını bütün varlığıyla hissettiren o sıcacık mesajlar..şimdide o mesajlardan birinin sadece bir doğum gününde tam zamanında gelemediğini dakikalar geçse de o kıza ulaşamadığını bir düşün ..kız işte tam da o anda anlıyor o kilometrelerin farklı bir anlam kazandığını o kilometrelere “askerlik” dendiğini tam da o zaman fark ediyor..halbuki her gece” bugün konuştuğumda sesi iyi değildi” diye başlayan dualarında hiç unutmuyordu o farkı ama asıl şimdi vücut buluyordu uzaklık belki de .. sonra yine mesajına kavuşuyor kız..her şey farklı oldu ya bu doğum gününde mesajı da bambaşka geldi geçte olsa ..gözyaşıyla harmanlayarak defalarca okudu ..yetmedi bir kez daha okudu ne yazarsa yazsın o yazı kadar güzel olmayacağını bildiği halde kız da yazmaya başladı bir şeyler ..hiçbir kelime hiçbir satır onun o mesajı okurkenki duygularını tarif edemese de satırlarına son verirken çatık kaşlı abisini çok ama çook sevdiğini ,o Van da kar kürerken kardeşinin de onunla birlikte üşüdüğünü ve hayata dair güzel ne varsa “annemizin ıhlamuru gibi” abisinden öğrendiğini ve öğrenmeye devam edeceğini söylemek istedi..

askerlik

Askerlik; Kantinden yapılan ilk alışverişte alınan fındığın, şimdiye kadar yediğin en lezzetli şey gibi gelmesi ve 5 dk’lık duşta sevinçten gülmek.

 Cızırtılı ankesörlü telefonlar önünde sıra bekleyip sevdiklerinle konuşabilmek için sabır göstermek. Donan musluklardan akanını; pis tuvaletlerden temizini seçmek, dirayet göstermek.

Çıkan bir parça güneşe yüzünü dönmek akabinde kar küremek.

Askerlik; Sivilde muhabbet etmeyeceğin insanlarla aynı yemeği, ekmeği; gece öksürük sesleriyle aynı yatakhaneyi paylaşmak.


Askerlik; Urfalı Medet’ten günlük yazmanın yasak olduğunu öğrenmek. Mardinli terzi Barışla Kürt böreği yemek. Ağrılı Ömer’den türkü dinlemek, hiç okula gitmemiş Diyarbakırlı Mahmutla satranç oynamak.

Vanlı Gökhanla birlikte karavana yıkamak kibirlerinden arınmak…

Askerlik; insanın kendisiyle savaşması, alıştığı rahatlığı bir kenara bırakıp kısıtlı imkanlardan, olumsuzluklardan mutluluğu çekip çıkartması…