Her gün biraz daha uzaklaşıyordu her şeyden. Ve bunu tek bir
adım bile atmadan yapıyordu…
Çevresinde olup bitenlere her gün biraz daha fazla canı
sıkılıp, biraz daha umursamaz oluyordu düne göre.
Öyle bir dünya yaratmıştı ki kendine; açılacak birçok kapı
vardı ve birçok anahtar. Ama tek bir pencere bile yoktu. Ya içeride karanlıkta
kalmak vardı ya da dönmemek üzere çıkıp gitmek... Seyretmek yoktu.
Kime sorsan istemezdi sıvası dökülen bir evde yaşamayı. O ise
en çıplak hakikati gördüğüne inanırdı kırık tuğla parçaları ve paslı
demirlerde.
Ağlamanın ardından gelen gülme krizi kadar açıklanamazdı bu
durumun nedeni.
Acılar değil, zorluklar bıktırmıştı onu.
Tam bilinmez acı çekmekten hoşlanmaya başladığı bile söylenebilirdi
belki de.
Gittiği bir cafede yalnız başına oturduğunda çöken, masayı işgal ediyorum düşüncesiydi ona hep en zor gelen. Büyük masalara asla tek
oturmaz, iki kişiliklerden boş olan
yoksa çoğu kez geri döner, ola ki boş bulup oturduğu zamanlarda da içmeyeceği
halde ikinci kahveyi isteyip içten içe rahatlatırdı kendini. Bir tür kandırmacaydı bu kendisiyle oynadığı. Ama
lokantada hiçbir zaman kabul etmedi yemekten sonra gelen çay ikramını. Bir an
evvel çıkıp gitmek istedi ve çıkışları hep aceleci, hep bir yere yetişmesi
gerekiyor gibiydi.
İşte bu; sıvası yeni olup, tuğlası kırık, demiri paslı olmaktı
onun gözünde…
Ve elini cebine atıp yürümenin zorluğunu yaşıyordu. Çevresine
göründüğü kadar, yani hiçbir zaman o kadar rahat olamamıştı. Tamam, etrafa
karşı vurdumduymaz olmaya başlamıştı ama elini cebine atıp, omuzlarını
sallayacak, hele bir de ıslık çalacak kadar değil. Ama yaptı bunu da. Hem de en
düşünceli haliyle midesi kramplar içindeyken. Attı ellerini cebine, normalde
burnunun olduğu hizaya kaldırdı çenesini ve öylece yürüdü. Ta ki yorulana kadar…
Taş topladı yürüdüğü yollardan, gittiği yerlerden. Oturduğu parklardaki
çamlardan kozalaklar kopardı. Çınarlardan yapraklar…
On beş yaşındayken edebiyat hocasının okuduğu bir şey geldi
aklına yarım yamalak, şiir miydi yoksa düz yazı mı bilemedi. Rüzgâr çınardan
bir el mi ne alıyormuş. Çınar yaprakları ele benzermiş falan…
Asker arkadaşı Urfalı Memet’in isminden de nüfus memuru bir “h”
harfi almıştı.
Doğa da alıyordu, insan
da diye düşündü. Hoş hep düşündüğü şeydi bu.
Biraz uzandı hafifçe nemli gibi gelen toprağa. Tam da rahat
edemedi ya toprak çeker korkusuyla. Öncesinde
bakındı karınca var mı diye. Yerde görse bir şey değildi de üstünde bir tane
görse kaşınır dururdu. Avuçlarıyla çimleri sıktı, elinde bıraktığı izlere baktı
bir süre. Evdeki boş fanusa tekrar bir beta balığı mı alsam acaba dedi. Sonra vazgeçip
yanında getirdiği kitabı açtı, "insanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir" yazıyordu. Üç beş sayfa daha okuyup kitabı kapattı, başının altına koydu.
Gözü yaşarana kadar güneşe baktı. Ne zaman sonra uykuya daldı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder