Araftır bekleyiş. Umuda ve umutsuzluğa açılan
kapıdır. Ve insan kapının ağzındadır çoğu zaman. Bekleyiş içindedir… bu
bekleyiş bağlar onu hayata. İyi şeyler görebilme umudu. Bir yandan da merak. Eğer
ki dilediği gibi olmazsa daha ne kadar dayanabileceği merakı ağır basar içinde.
Sınar kendini, sınırlar devreye girer. Sınırları zorlama… ve beklemeye devam
eder. Bu bekleyiş saçlarında beyazlara, alnında ve gözlerinin kenarlarında
çizgilere neden olur. O bunları; kendindeki değişimleri karşısındakine
anlatırken bir yakınma içindedir, memnuniyetsizliğini dile getirir. Oysa
benliğinde, içten içe mutludur zamanın kendisinde oluşturduğu bu
değişikliklerden, bıraktığı izlerden, giden güzelliğiyle gelen çöküntüden.
Ve şüphesiz iman gerektirir bekleyiş. Koşulsuz bir
inanç gerektirir. Bunun içindir ki kimileri kapatır kendini karanlıklara, dar
odalara. Kimileri de bir dağın başında güneş ışıkları altında kendinden üstün
gördüğüne karşı acizliğini gösterme çabasına girer. Beklediği özgürlüğünün
acısı sonunda geleceğine inanır. Peki o özgürlük geldiğinde sarsılmaz inancı ne
olacak? Ya inandığı? Üstün gördüğüyle eşitlemiş olmayacak mı kendisini?
Ama hayır. Tehlikeye atamaz kendini, cesaret edemez
buna. Tedbirleri elden bırakmaz. Tıpkı kuşkusunun da onu bırakmadığı gibi.
Çünkü bir sonraki olası sıkıntıyı ve gelebileceği zamanı şimdiden düşünmeye
başlamıştır bile. Ne kadar sadık olduğunu, itaatkârlığını kanıtlamalıdır.
İçtenliğini ispat etmelidir. Bunu karanlıkta bulunan şükür faslına geçerek,
dağın başındaki diğeri teşekkür ederek gerçekleştirir.
İnsan bekleyecek, yeni şeyler arayacak. Bulabilme
umuduyla acı çekecek, sınırlarını öğrenecek. Acıdan kurtulacak, şükrünü,
teşekkürünü sunacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder