Düşünüp de sonuca ulaştıramadıklarımı yazdım buraya…Çözüm getiremediklerimden,
ikilemlerimden, anlatmanın kar etmediğini bildiklerimden. Yine de söylemek
istediklerimden…
En azından ışığa çarpıp düşen kelebeğin veya ters çevrilmiş
bir kaplumbağanınki kadar azim göstermek gerektiğine inandım.
Evet, biliyorum zordur bir buzu avuçlarının içinde tutmak. Kabullenmek
gerekir en başından buzun eriyeceğini ve elinin donacağını…
Ama can havli diye de bir şey var.
“Bunlar değildi, gerçek Çerkesleri tanıdım ben” diyen bir
thamade tanıdım.
“Çok şeyimizi yitirdik” derken yitirmenin gerçek anlamını
bilen bir thamade.
Direnmenin onurunu, vicdanını ve farklı olmanın zorluğunu
öğrendim ondan. Çeliğe boyun eğdiren kararlı bakışlarında yalnızlığı gördüm.
Ve doların yeşilinin; kan kızılı Kbaada’yı, ata toprağı Soçi’yi
unutturduğu Çerkesleri de gördüğümde paylaştım yalnızlığını.
Zaman, aidiyet, hisler, azalmak ve uzak. Neye göre değişiyor
bunlar. En çokta hisler…
106 yaşındaki Jane’lerin kızının elinden su içtim.
Aynı gece yıkanıp, kısıtlı
imkânlarda kurutulan, ütülenen misafir elbiselerini anlattı bana. O anlattı boğazına
bir şeyler düğümlenerek sevdiğinin pşine çalışlarını ben dinledim…
Aktı akacakken gözlerindeki yaşlar; benimkileri onunkilere
yoldaş eyledim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder