Sadeliğin ikramıydı.
Saati gösterene akrep, dakikayı gösterene yelkovan
denilirken ona sadece saniye denildi.
Arada kaldı… ne akrebe gücü yetti, ne de yelkovana. İşin
açıkçası kendine yetecek gücü de kalmamıştı.
Onun orada olduğunu gösteren tek
belirti; sekizin üstünde kalıp çıkardığı sabit sesti.
Ne denirdi o sese? son demler? çıkmadık candan umut kesilmez? Hayır fazlaca laf kalabalığı ve iyimsercilikti
bu. “Hayatta kalma mücadelesi” denilebilirdi belki. Mücadele kısmı lafügüzaftı tabi,
alışkanlıktı.
Evet hayatta kalma denebilirdi, hem öyle ahım şahım şeylere
de gerek yoktu bunun için. Zaten çeyreğe
gidemeyip, sekizin üstünde kalmıştı. Öyle
ya en iyi meziyetiydi kalmak, ve mutat hüneriydi yalnızlık. Şair sanki onun
için demişti: “yalnızın gelmesi de yoktur, gitmesi de onun kalması vardır hep” diye.
Koca odada kendisinden başka; duvardaki priz deliği
görünmesin diye tam karşısına asılmış çerçevesi simli, ucuz görünüşlü bir tablo
vardı.
Biri kahverengi kula, biri siyah bir diğeri de demirkırı olan üç atın resmedildiği
bir tabloydu bu. Atlar ya gerçekten koşuyorlardı ya da koşsunlar isteniyordu.
Üçünün de farklı renkte olması pek doğal gelmedi gözüne. Zorlamayla bir araya
getirilmiş ve koşturulmuş olduklarına karar verdi. Hal böyle olunca samimi
gelmedi tablo, inanmadı.
Buna inanmadığı gibi hiçbir zaman büyük inançları da sahiplenemedi.
Zamanla düzelir belki diyip geçiştirdi. Sahi kendisi göstermiyor muydu
zamanı?
Peki kendisi için ne kadar bekleyecekti? Ya atlar?
Düşündü biraz, çıkarttığı sabit ses kolaylaştırıyordu
düşünmesini. Ne atların üstündeki terdi zamanı gösteren, ne de kendisi.
Nicedir asılıydı o tablo, kendisi de öyle…
Ve dedi; zaman bizi
asılı olduğumuz yerlerden aldıklarında belli olacak.
Çünkü arkamızda
kalan, kapladığımız alanla, duvarın tümü arasındaki rengin farkıydı zaman.
Uyumsuzluk tonuydu. Kararmaydı, isti zaman. Duvara sinen sigara dumanıydı.
Bir sineğin hayatı, ve bir çocuğun
boyunu ölçmek için duvara atılan çentiklerdi zaman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder