“Tek bir fotoğraf bir filmin sebebi olabilir. Sinemanın başladığı yer işte tam orasıdır, tek bir fotoğraf.”
Bu sözler onlarca filme imza atıp birçok ödül alan, dünya çapında tanınan ve takdir gören İranlı usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi’ye ait.
İhtimaldir ki okuyup geçtiniz ya da dönüp tekrarladınız. Sizden ricam, yazıya devam etmeden önce alıntıyı bir kez daha okumanız. Çünkü inanıyorum ki bu sefer biraz daha derinlemesine düşüneceksiniz. Kim bilir belki size ait olan bir fotoğrafı ve belki de sizin sinemanızın başlangıcını…
Yazıya başlamadan evvel, neler yazacağıma dair kimi şeyler kafamda az çok yer etmişti. Nelerden bahsedebileceğim de öyle… Hatta O’nu tanıyanlara “Röportaj yapmaya gideceğim. Sormak istediğiniz bir şeyler var mı?” diye sorup, ilginç sorular da elde etmiştim. Hepsini sordum. Yazının bir röportaj yazısı gibi olmayacağını taa o zamandan bildiğim halde.
Bilmediğimse; yazmaya başladığım sırada, yazıyla eş zamanlı var olan bir bilinmezliği yaşayacağımdı. Bir yandan görünen artarken, bir yandan da görünmeyen büyüyecekti.
Kuşkularım var; fakat bence sinemanın tanımı da zaten buydu.
…
İçinde bir Nart kahramanı yaşatan bu adamın adı bir fotoğraftı. Görünen ve baktıkça görünmeyeni büyüyendi. O isim, yazının başlığı gibi görülse de, ben dahil birçoklarının sinemasının da başlangıcıydı.
“Bunlar değildi, gerçek Çerkesleri tanıdım ben” diyen,
“Çok şeyimizi yitirdik” derken yitirmenin gerçek anlamını bilen.
Direnmenin onurunu, vicdanını ve farklı olmanın zorluğunu kimi zaman anlattıklarıyla, kimi zaman da susarak dile getiren, sıkılan yumruğuyla gösteren, çeliğe boyun eğdiren kararlı bakışlarında yalnızlığı görülen biriydi.
Netabje Cankat Devrim
Xabzeyi yaşam içerisindeki çeşitli olaylara karşı oluşmuş kolektif bir düşüncenin ürünü gören, düşüncenin fiili hareketi beraberinde getirmesi gerekliliğini belirten ve fikir bir tecrübenin ürünü oluyorsa, o fikirden fayda görülür inancıyla tecrübenin, düşüncenin ve bilginin sabitliğine güvenen bir Çerkes.
Şairin “Dilce susup bedence konuşulan bir çağda biliyorum kolay anlaşılmayacak.” dediğini, “Bazen ben de kendimi anlayamıyorum. Bu yüzdendir ki beni anlamalarını da beklemiyorum. Birileri bir an evvel sürüye katılmak istiyor olabilir. Benim o sürüye katılmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı. Karışmayanlar ayakta kalırlarsa biz devam ederiz. Gücüm yettiği sürece böyle kalacağım. Böyle kalarak hiçbir şey kaybetmedim. Ben Çerkesim. Çerkes olarak yaşamak isterim. Ve öyle de ölmek.” diye açıklıyor, hakkı bildikleriyle ve elde bulundurduklarıyla.
O, bunları söylerken; ben içimden “Böyle olmak, böyle yaşamak nasıl hissettirir insana?” diye soruyorum kendime. Zihnimde ilk beliren bir koku; kışa gelen sahurların kokusu. Bunu tam biçimlendiremediğimde ise bir kelime geliyor yardımıma “zor” diyor. Sonra o şeyin, yani zor kelimesinin anlamını, düşüncemde kapladığı şekli kavramaya çalışıyorum. Daha sonrası da sade, yalın bir sessizlik.
Çünkü bazı kelimelerin ve bazı isimlerin anlamlarının, o kelimenin ve o ismin kendisi olduğunu öğrendiğimden beri, sessizliği sese tercih edip susuyorum. Bunu bir dağdan ve o dağın çiçeğinden öğrendim.
Daha sonra da 20. Yüzyılın en önemli filozoflarından sayılan Ludwig Wittgenstein’ın şu sözleri çıktı karşıma: “Kendisini ifade ettiren şey, açıkça ifade ettirir; ve ifade edilemeyen bir şey üzerine ise susmak gerekir”
…
Birbiri içine geçmiş düşüncelerimi dağıtan “Hiç pişman değilim. Olmadım da!” sözleri oldu. Bunları söylerken belki bana öyle geldi, belki de gerçekten öyleydi, sanki daha bir dikti oturuşu. Tanıdım tanıyalı da başka bir şekilde görmemiştim. “Yorgunluktan uyuyamayacak duruma geldiğim zamanlarım da oldu” dedi ve peşi sıra ekledi: “O zamanlarda da isabet bildiklerimi, sabit gördüklerimi yaptım. Şimdiye kadar bildiğim kadarıyla bir adetimizi çiğnemedim. Milletime ait olarak, milletimin kurallarına bağlı bir yaşam sürmeye gayret ettim.” diye…
Bir şeye ait olmak ve buna bağlı olarak yaşamaya gayret etmek, yıllar önce okuduğum bir romanı getirdi aklıma. Hatırlayabildiğim kadar paylaştım kendisiyle “Bazı bitkiler çevrelerine hiçbir tohumu yanaştırmazlar. Bazılarıysa sadece birkaç çeşidin yanında var olabilirler.” diyordu dedim.
“Nasıl ve neresinden baktığımıza bağlı.” deyip, “Biz bir tasın içerisindeyiz” diye devam etti… “İrili ufaklı buz taneleriyiz. Beklenendir ki kütlesi küçük olanlar daha çabuk erir. Bize, o bizden değil, bu bizden değil dedirttiler. Sonra bir baktık ki bizden kimse kalmamış. Ben bir Çerkesim. Benim için Asetin de Çeçen de bir. Bu bir olanlar Abhazya savaşında neden buradasınız diye soranlara vazifemizi yapmaya geldik dediler. Dillerimiz farklıydı fakat bu ayrılmamıza sebep olmuyordu. Kalben bir birlik vardı. Kimse, herkes kendi çukurunu kendi doldursun demedi. Belki biz de verdiğin örnekteki gibi birbirimizin yanında var olduk. Olabildik…”
Sözlerini odaya giren 4 yaşındaki minik torunu Sinefin böldü. Dikkati ve gözleri onun üzerindeyken “umutluyum, asla karamsar değilim” dedi. En önem verdiğim şey nedir biliyor musunuz diye sorarken, gözlerinden az çok sorunun cevabı kestirilebiliyordu. “Bir çocuğun güvenini kazanmak. Bu çok önemli. Bir kurtuluş varsa eğer, bu ancak çocuklarımızla olacaktır. Xabzemizden taviz verilmeden yetiştirilen bu çocuklarla…”
“Zamanı yakalamak denir; zamanı yakalamak, zamanın ilmini yakalamaktır. Bu gerekli olandır. Ve bizim, biz olarak var olabilmemiz için, bir de zorunluluğumuz var. Zamanın ilmini kendi dilimize çevirmemiz.“ diyen Cankat Devrim, anlattıklarını yaşadığı ve en mutlu olduğum an dediği ana dair şu sözleri paylaşıyor:
“Ürdün Çerkes Okulu’ndan davet aldığımda, bu benim, kendime verdiğim sözü gerçekleştirme fırsatımdı. Çünkü, ‘Eğer günün birinde Çerkeslerin bir okulu olursa ve benden bir hizmet beklenirse üzerime düşeni yaparım’ demiştim. 1984 senesinde bu davet üzerine Ürdün’e gittim. Başlarda hayal kırıklığıydı. Beni sadece çoluk çocuk oynatacak sandılar. ‘Sen derslerine gir çık, Kabardinka’nın kendisini bile yapsan anlamazlar’ dediler. Fakat ben onların dediklerini yapmadım. Dans, hiçbir zaman birinci hedefim değildi. Yaptığım hiçbir şey de eğlence için yapılmadı. Ben, milletimin kültürüyle uğraştım. Hizmet etmeye değer bir toplumun çocuklarıyla uğraştım. Tüm bu uğraşların sonucunu, ilk mezunlarımızı verdiğimizde gördük. O çocukların, tam bir Çerkes gibi o okuldan mezun olmaları, belki de benim hayatımdaki en mutlu anımdı.”
…
Tek bir fotoğrafla başlayan bir sinemayı yazıya dökmeye çalıştık.
Kolay anlaşılmayacağını bilerek,
İfade edilemeyenler üzerinde susarak…
-SON-
-Mızağe Dergi 5. Sayı-