11.1.15

iyi bilirdi

Kalemi, usulca beyaz kağıdın üstüne koydu.

Ellerini de kağıt arada kalacak şekilde masanın üstüne… 

Uzunca sayılabilecek bir süre sadece ellerine baktı. Sol elinin işaret ve baş parmağı istemsizce kıpırdayınca keskin bir nefes aldı ve aynı elinin aynı parmaklarının ucuyla düzeltmeyi denedi kağıdın kıvrılan yerlerini.

Olmayınca uzamış tırnak uçlarıyla bastırdı kağıda.

Yine başarılı olamadı, ince izler kaldı... Onlar bile görülsün istemiyordu.

Daha yenisi yoktu, sahip olduğu tek kağıt buydu ve safi bir beyazlıktan öte temizlik istiyordu.

Öyle ki tek bir mürekkep damlası dahi değmeyecekti kağıda. Ve bakıldığında tek bir kelime bile görülmeyecekti.

Evet emindi.

Sadece içinin sesiyle yazacaktı bu sefer. Kimilerine göre hiçbir şey görülmezken, kimileri birçok şeyi birden duyabilecekti.

Denilmişti “ilk taşı günahsız olanınız atsın” ve O da dedi içinin sesiyle; en temiz, en saf, en çıkarsız yaptığım neydi?
...

Yağmurlu bir sonbahar ikindisinde tanımadığı birinin cenazesindeydi.

...

Köyle kasaba arasındaki bu yerden geçerken gördü bacası diğerlerine göre daha bir beyaza yakın tüten küçük kahveyi. 

Gitmeyi planladığı yere epey bir yolu vardı daha, kahvedense kendince bir durak kadar geçtikten sonra indi. Hoş “kaptan sağda indirir misin?”dese de inerdi. Gereksiz bir kibarlıkla “durakta indirir misiniz?”dedi. Durağın bile duraklığının farkında olmadığı yerde indi...  

Muhtemeldir ki yağmur yağmadan önce de çamurlu olan yollarda en batmayacak yerleri seçti, öyle yürüdü. 

Kahveye girmeden durdu, tüm ayakkabılarına bulaşan çamura değil, bağcıklarına baktı, eğildi ve ayakkabı bağcıklarını bir hizaya getirdi. Bu en büyük takıntılarından biriydi.

“Selamunaleyküm” dedi, girdi. İçeride fındık sobası yanıyordu. Altı masalı kahvenin bir masasında kahve sahibiyle birlikte üç kişi oturuyordu. Önce kapıya en uzak masaya geçti, sonra da sobanın hava alsın diye açılan küçük yerinden içindeki ateşi görebilene…

Kahve sahibi sararmış uzun bıyıkları arasındaki sigarasını ağzından dahi çıkarmadan “üşüdün herhal” deyip sobaya fındık kabuğu dökerken kaşlarını hafif kaldırıp sigara dumanından yanan gözlerini biraz kısarak “çay” dedi. Onun bu tasarruflu cümleleri karşısında kafasını bir kez eğip onay vermeyi tercih etti.

İşaret parmağını yeşil kadife masa örtüsündeki sigara yanıkları üstünde gezdirirken, kahve sahibinin sinkaflı küfrü öncesinde “ağızlarıynan içmiyolar ki” sözüyle irkilip,  “eyvallah”la çayı masaya koymasına fırsat vermeden elinden aldı.

Çaydan ilk yudumu alırken sela okunmaya başladı. İstemsizce gözleri masada oturanlara takılmışken, peltekliğini ön iki dişinin olmamasına verdiği daha yaşlı ve kasketli olan “senin yaşlarındaydı” dedi.

Bakışlarını o kahveye daha az yakıştırdığı, ceketiyle uyumsuz olsa da sela sesiyle yeleğinin cebinden çıkardığı kösteklisini kuran temiz tıraşlı diğerine çevirdi. “Ölen ölen” diye ekledi adam. “Senin yaşlarındaydı.” Sonra da dişsiz olana dönüp “kıyamati bu imamlar getirecek, parayı az buldu muhakkak ki nasıl kısa kesti selayı pezevenk” diye sövdü.

Elleriyle hiçbir zaman istediği şekli aldıramadığı saçlarını düzeltir gibi yaparken “niye öldü?” diye sordu.

İkinci çayı masaya bırakırken “hastalanmış, hastaymış herhal” dedi kahve sahibi. 

İçinden “herhalden başka kelime bilmiyo bu herhal” derken, istemsizce tebessüm etti. Tebessümünün fark edildiğini fark edince saçını düzelttiği elini burnuna getirip derin bir nefesle koklarken “Allah rahmet eylesin” dedi.

Yavandı.

Yavanlığından utandı. Selası doğru düzgün okunmayan o delikanlıdan utandı. Yaşından utandı. Çaydan tek bir yudum daha alamadı. Çaydan utandı.

“Ne zaman kaldırılacak cenaze?” diye sordu yelekliye. “Ekindide” dedi dişsiz olan. “Yağmur çok ya ondan herhal” dedi kahve sahibi. “Anca kazılır mezar” dedi yelekli.

Ve en nihayetinde imam “nasıl bilirdiniz?” dedi.

En bilmediği kişiyi o kadar iyi bilmişti ki, yağmurla birleşen gözyaşlarıyla en temiz, en saf, en çıkarsız haliyle “iyi bilirim” dedi.

İyi bilirdi.