18.4.14

dedem toprak yüzyıllık yalnızlık

“İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir.” Diyordu Yüzyıllık Yalnızlık kitabının yirmi dördüncü sayfasında Gabriel Garcia Marquez.

Dün, Ankara’dan Adapazarı’na dönerken, Bolu yakınlarında öğrendim yazarın öldüğünü. Otobüste düşündürdü bana kitabın en sevdiğim cümlesi kendi ölülerimizi, mezarlarımızı ve toprağımızı…

Dedemin dedesi Osmanlı topraklarındaki ilk kuşak. Mezarı köyde olmayan tek Ketse de O. Hacda vefat ediyor Hasan dede. Arkadaşları ondan geriye sedef kabzalı kamasını getirip, kundaktaki oğlu Mahmut’un yanına koyduklarında anlıyor Feride babaanne karnındaki kızının da babasız büyüyeceğini. 

Hacıkız konuldu o kızın adı. Dualarından sonra daha bir uzaklara üfledi hep Hacıkız. Uzaktaydı babası, uzaktaydı mezarı…

Gabriel Garcia Marquez’in dediği gibi “o toprakların insanı” oluşumuz Mahmut dedenin vefatıyla oldu… ve daha sonra da dedem ayrıldı aramızdan.  Yirmi beş gün sonra altı yıl olacak.

...        
                              
Habersizdi hep köye gidişlerim ve dedem her seferinde tarlada, bahçedeydi sahiplendiği toprağın üzerindeyken.  Her defasında “wulan nerden çıktın sen” deyip, her defasında merdivenleri çıkarken babaanneme “bak oğlum evine geldi.” Derdi…

Hasta yatağındayken gidemediği tarlasına beni göndermiş dedem...
Babam aradı. “Yasin deden seni sayıklıyor” “Yasin’i tarlaya gönderdim gelecek. Yasin fındıklıkta gelecek“ diyor dedi.

Çanakkale’deydim. Geldim. Gözleri kapalıydı dedemin, ellerini tuttum. ”Dede bu sene iyi fındık var maşallah dedim.”  Belki gerçekten öyleydi, belki de öyle olsun istedim, elimi sıktığını hissettim.

O ellerdi bana söğüt dalından yay yapan.  O ellerdi ilk ata binişimde dizginleri tutan. Ve yine o ellerdi bana tulumbadan can suyu çeken.
...

Son elini tutuşum oydu ve o günden sonra dedemin sesini hiç duymadım.
Ama ben her köye gidişimde konuştum onla.  O “wulan nerden çıktın sen” demeden, ben “ben geldim dede” dedim. “evime geldim.”

O cevap vermedi ama ben konuştum.

Ve anlattım…
Kazdığın topraktan yetişmiş üç koçan mısır astım kapıya dede. Senin kadar kolay su çıkartamıyorum ve artık çamurlu geliyor ama her gittiğimde çekiyorum o tulumbayı. Diktiğin ağaçları hissediyorum. Bastığın topraklarda izin varmış gibi geziyorum. Beş odalı evin beş odasından da ayrı koku alıyorum dede. Her seferinde alıyorum o kokuyu. Asma çardağı yıkıldı ama ben artık sensiz geçen on iki bayramdan beri eriğin altında oturuyorum.

Ve sordum cevap gelmese de…
İnsan neye, ne zaman yenilir? dede. Ben bunu bilmiyorum. Yenilmiş hissetmedim hiç kendimi. Kaybettiklerim ve kazanamadıklarım oldu. Çokça da yoruldum ama yenilmiş hissetmedim.
Senin beni karşıladığın o tarlalarda dinlendirdi bir şeyler beni.  Neydi bilmiyorum. Neydi dede?

Ve korktum…
Sen “bu tarlalardan yol geçecekmiş” demiştin. Ben fabrikaların kurulacağını da duydum.  Bilmem aslı astarı var mıdır. var mıdır dede?

Korkuyorum; sen beni tekrar çağırdığında ben o tarlalardan çıkıp gelemem diye, korkuyorum masamdaki Kafkasya’dan gelen toprağın yanına yeni bir şişe daha gelecek diye.

"O toprağın altında" ölülerimiz olmayacak diye korkuyorum dede.

Bu sefer kaybedişim, yenilişim olacak diye korkuyorum…